admin

Bir kalp, baypas ve iyileşme hikayesi

/

Çocukluktan beri “günün birinde kalp sorunu olabilir” stresiyle yaşamayanlar bilmezler bu durumu. Herkes normal normal yaşarken benim niye kalp krizi riskim olsun ki? Çünkü göbeğim var, çünkü orantısal olmayan bir vücut formasyonum var (büyük göbek kısa boy gibi) boy kilo dengesi diye bir şey yok, aile geçmişinde 60 yaşını gören erkek yok, kadınlı erkekli kalp sorunu olmayan yok…

Bütün bunlar bana her zaman ve daima günün birinde kalple ilgili sorun olabileceğini söyleyip durdu. İnsan psikolojisi o kadar enteresan ki bir noktada bu fikre alışıp benimsiyorsunuz. Hani biri size gelip öleceksin dese “ha öyle mi ya tüh… neyse ne yapalım” der misiniz? İnsan diyor. Madem kimse 55’in üstünü göremiyor, o zaman o zamana kadar iyi yaşayalım. Gerisini salla gitsin.

Mantıklı ve doğru bir insanın bu noktada şunu demesi lazım: “Ya bu kadar insan niye ölüp gidiyor? Bunun bir kurtuluş yolu yok mu?” Ben bunu demedim. Hatta her nasılsa sürekli geçerliliğini bildiğim tıp kurallarıyla kavga haline girdim. Kolesterol yüksek ama bilmem ne… Göbek çevresi geniş ama bilmem ne… Kalp ritminde sorun var ama bilmem ne… Sigara içiyorum ama bilmem ne…

Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bir noktaya kadar cidden sorunlardan kaçılabileceğini umdum. Ama bir nokta vardı ki artık kaçmak imkansız oldu. O nokta en az 30 sene önce birlikte olmamız gereken ama olamadığımız, 50 sene daha beraber geçirmeniz gereken bir insanla tanıştım ve bu işi halletmek kaçınılmaz oldu.

Doktor seçimi için atılması gereken adımları size “kendi tercihlerimden” yola çıkarak anlatmak istiyorum:

  • Öncelikle doktora daha çok inanmak için doktorun sizi ismen tanımayan biri olması bana çok mantıklı geldi. Sizi tanıyan insanlar yüzünüze “ölürsün vallahi” derse inandırıcı olmuyor.
  • Kalp için seçeceğiniz doktorun cerrah olmaması bana daha mantıklı geldi. Çünkü getireceği önerileri kendinin sizi ameliyat etmesi için getirmediğini bilmek insana daha iyi geliyor. Bunu söylerken sakın kimse diğer doktorlar böyle yapıyor dediğimi düşünmesin. Sadece bilen bilir çok paranoyak bir insanım ve bu yolu seçmek daha iyi geldi.
  • Doktor seçiminde beni en çok zorlayan şeylerden biri onun konumu oldu. Çok iyi doktorlar tanıdım, mükemmel insanlardan randevu alma şansına eriştim. Ama eğer doktor her zaman ve düzenli ulaşabileceğiniz bir yerde değilse o doktorla olmuyor. Ne kadar iyi olsa da ne kadar huylarınız uyuşsa da olmuyor. Çat kapı gidilebilecek bir doktor veya her hafta randevu alabileceğiniz bir doktor doğru doktor. Diğerleri çok zorlu süreçler getiriyor.
  • Doktor dediğimiz kişinin en önemli özelliği, sizi para makinesi ya da bir süreliğine başını ağrıtacak biri gibi görmemesi olmalı. Bunu hissettirmesi bile yeter.

Şimdi gelelim işin tahliller tarafına… Bu sizin için “gittik kan verdik bitti” kadar basit bir şey olabilir ama gerçekten de öyle değil…

  • Kalbinize neler olup bittiğini anlamanız için yapmanız gereken birçok tahlil var. Bunların başında elbette kan tahlilleri silsilesi geliyor. Kan tahlillerinin en önemli tarafı anlaşılmaz sayı ve isimlerden oluşuyor olması. Buradaki rakamların alt ve üst limitleri var. O limitlerin ortalarındaysanız hayat size güzel. Limitlerin dışında yaşıyorsanız işte orada panik değil akıllı olmak gerekiyor. Çünkü bu rakamların yüksek ya da düşük olmasının sizin aklınızın tahayyül edemeyeceği binlerce sebebi olabilir. O rakamlardan birinin yüksek çıkmasının sebebi kanser de olabilir o hafta geçirmekte olduğunuz nezle de… Yorumlamaya kalkmayın. O rakamlara bakmayın. Hele internete hiç girmeyin elinizde o rakamlarla. Orada sizi manyak yapmak isteyen insanlar var çünkü. O rakamları göstermeniz gereken tek kişi doktordur. Bu tartışmaya açık değildir.
  • Genellikle kalp tanısına giden yolda testler çok basit ve yapması kolay. Ben sizin yerinizde olsam bu testlerin neler olabileceğini bilen aile hekimime gider, ondan testleri yazmasını ister, bunları bir devlet kurumunda yaptırarak neredeyse bir aylık asgari ücret kadar kara geçerdim. Über özel hastaneyle mahalle dispanseri arasında sonuç değişikliğini doğrulayabilecek bir teknoloji farkı yok.
  • Bir üst seviye tahlillere geldiğimizde artık özel hastane seçeneğini daha çok değerlendirmeniz lazım. Mesela benim en çok beğendiğim testlerden biri sanal anjiyo adını verdikleri bir sistemdi: Aslında BT Scan de denen bilgisayarlı tomografi bu. Damarları ve kalbi üç boyutlu olarak modelliyor. Anjiyodan çok daha kolay ve sıfır ağrılı bir sistem bu. Bazı doktor arkadaşlarım ne gerek var bundan geçip ekstra radyasyon almaya da dediler. Ama en azından bir şüphe varsa onun ilk kanıtları için çok ağrısız bir sistem.
  • Sanal anjiyo için şunu söyleyeyim: Benim vakamda net bir şekilde bir damarımın kapalı olduğunu söyledi bana. Ama bu kalp ameliyatına girmek için değil, gerçek anjiyoya girmek için motivasyon sağladı ki o da beni baypasa götürdü. Detayları anlatacağım.
  • Ve gelelim anjiyoya. Bu çok acayip bir şey. Ameliyat desek değil, tahlil desek değil, hepsinin arasında bir şey. Sonuçta vücudunuza giren kıl büyüklüğünde bir boru, doğru yerlere geldiğinde oraya boyalı su bırakıyor. Boyalı su kanın nasıl gittiğini röntgen makinesi benzeri bir cihazla kaydediyor. Böyle olunca ne oluyor? Damarlar tıkalı mı, ne kadar tıkalı, neresinden itibaren tıkalı gibi sorulara net cevaplar veriliyor.
  • Nasıl bakıldığını da öğrendim: Mesela bir damarım üstü koyu renkli görünüyor altı açık renkliyse alt tarafa olması gerektiği kadar kan gitmiyor anlamına geliyor bu. Çok gereksiz bir bilgi verdim size ama bana enteresan geldi bunu bilmek. Böylece daha anjiyo sürerken ameliyat olmam gerektiğini anlamış vaziyetteydim.
  • Anjiyoya hazırlanmak birkaç dakika sürüyor. İki tip anjiyo var: Damarların içinde boru dolaşacağı için (boru dediğime bakmayın kılcal borulardan bahsediyoruz) büyük damarlardan içeri girmek durumundalar. Bu da ya kasıktan ya bilekten yapılması anlamına geliyor. Kasık doktor için kolay bilek hasta için.
  • Operasyon birkaç dakika sürüyor. Yani borunun içinizde saatlerce dolaşacağını düşünmediniz değil mi? Bir nokta var anjiyo sırasında. Bunu iki kere net hissettim: İçerde bir şey varmış gibi hissettiğiniz, kalbinizin fıt fıt yaptığı bir an o. İnsan ne kadar soğukkanlı, ne kadar bilgili olursa olsun orada bir minik panik yaşıyor. Ama saniyeler sürüyor korkacak bir şey yok.
  • Çıktıktan sonra büyük damarlardan giriş yapıldığı için onun pıhtılaşmasını beklemek durumundasınız. Ortalama iki saat sürüyor. Bazı hastaneler büyük paranoya yapıp anjiyo sonrasında sabahlamanız gerekir hastanemizde gibi acayip şeyler söyleyebilir. Bana hiç denk gelmedi, denk gelen arkadaşlarım var.
  • Anjiyo, kesine çok yakın sonuçlar veriyor. Anjiyo sonrasında her şey doktor yorumuna kalıyor. Anjiyonuzun DVD’sini (evet sene 2022 hala DVD veriyorlar bir buluta koymuyorlar lanet filmleri) mutlaka alın ve hatta çoklayın. Çünkü artık kalbinizi değil anjiyonuzu göstermeye başlayacaksınız. Ben ameliyata girerken doktorlar DVD üstünde çalışıyordu öyle söyleyeyim.

Şimdi gelelim karar anına… Bu an gerçekten de çok önemli. Anjiyoyu olup ikiden fazla damarın tıkalı olduğunu size söyledikleri andayız. Ondan sonra müthiş bir pazarlama dünyası taktikler bütünü yaşanıyor çünkü.

Benim vakamda şöyle oldu: Anjiyodan çıktım, doktor yanıma gelip baypas ile hallolabilir ancak dedi. Tamam dedim. Sonra bir anda ortamda elinde kağıt kalem ve dosyamla birlikte bir kadın belirdi. Benimle ilgili her şeyi biliyordu ve bu hastanede hangi hocayla ameliyat olmam gerektiği konusunda beni ikna turlarına girdi.

Çok sinirlendim. Çünkü anjiyodan çıkmış, küçükken “baypasa giriyor gider bu” lafını duyduğum yaylı amcalardan biri olmuştum. Ve bir kadın karşıma geçmiş benim iki dakika kendi kendime düşünmeme izin vermeden bir an önce onların hastanesinden paket almamı sağlamaya çalışıyordu. Her şeyin ötesinde anjiyo sonrasında nekahet odasındaydık ve etrafta benim gelir düzeyim ve kapalı damarlarımın son halini dinleyen 10 kişi vardı. Ablayı çok da kibarca olmayan bir şekilde odadan kovdum. O hastanenin hemşireleri bana bu hareketim için teşekkürlerini gönderdi.

Tekrar ilk gerçekle yüzleşme anına dönelim bu detayı geçip…

Doktorun anjiyo ekipmanını apar topar toplaması ve benim gözlerimin içine bakmaması, bir de ekrandaki tıkanıklık belirtileri beni işlerin iyi gitmediği konusunda ikna etti. Doktor hastayı getirin içeri filan deyip olayı boğuntuya getirecekken konuyu ben açtım: “Sanırım stent ile hallolacak bir mevzu değil…” Yüzüme baktı, şaşırdı biraz ve evet baypas olmanız daha mantıklı duruyor dedi.

Dönelim bu işin mantığına:

Stentlerin belli negatif kullanım sebepleri var: Her damar için ayrı ayrı yapılması gerekiyor. Bazılarını eş zamanlı olarak yapamıyormuşsunuz ve araya zaman girmesi lazımmış. Mesela Stent dediğimiz şey damarın normal tıkanma hızından daha hızlı tıkanabiliyormuş. Mesela birçok vakada 4-5 yıl idare eden stentlere “oo çok iyi dayandı” diyorlar. Bu bana çok acayip gelmişti.

Gelelim baypasa… Baypas ile vücudun farklı kesimlerinden (çoğunlukla bacak, az olarak kol vs…) damar alınıyor. Kalbin ilgili tıkalı damarlarına gidiliyor ve onlar oradan kesilirken yerine vücudun diğer taraflarından alınan damarlar takılıyor. Bu da anladığım kadarıyla 10-25 sene gibi, muadili teknolojilere kıyasla çok uzun konforlu bir zaman dilimi veriyor.

O yüzden doktor bana gelip sana baypas yapalım dediğinde kendimi yerden yere atıp ağlamaya başlamadım. Doktor da benim ne düşündüğümü bilmiş gibi bana beni sonsuza dek mükemmel ikna edecek bir açıklama geçti: “Ben bu tıkanıklığı araya birer ay koyduğumuz 4-5 operasyonla düzeltebiliriz. 3-5 sene gayet de iyi tutar. Ama tekrar temizlemek gerektiğinde ki gerekecek, o zaman tekrar şimdiki gibi 50 yaşında ve hızlı iyileşen bir yapıya sahip olmayacaksın. Ne gerek var yap bitsin…”

Çok ikna edici sözlerdi bunlar. O yüzden “ne baypas mı olacağım lanet olsun çok bahtsızım” gibi bir ağlaşma içine hiç girmedim. Eskiden, 80’lerde baypas yapmış hocalarla konuştuğumuzda baypas yapılan hastaların kurtulma yüzdesinin neredeyse yarı yarıya olduğunu dile getirirlerdi. O zamanlarda korkardık. Ama şimdi öyle değil. Tıpta yaşanan her 10 gelişmenin 6’sının kalp teknolojilerinde olduğunu gördü bu gözler ve haberini yaptı bol bol. O yüzden şu anda bildiğimiz baypas, geçmiştekiyle uzaktan yakından bağıntılı değil.

Bugün en çok yapılan ve en yüksek başarı oranına sahip operasyonlardan biri baypas. Eskiyle kıyasladığımızda bademcik ameliyatından farkı yok. Sadece dikkat edilmesi gereken birkaç şey var: Açık mı kapalı mı?

Evet doktorumuzu bulduğumuzda ve seçtiğimizde masanın üstüne otomatik olarak “baypasınız açık mı kapalı mı olsun” sorusu geliyor. Aradaki fark çok önemli: Zira açık olanda göğüs kafesiniz yarılıyor baştan sonra ve vücudunuzda kocaman bir kesik izi oluyor. Kapalı olursa çenenizin birkaç parmak altından birkaç santimlik bir kesiyle işiniz hallolabiliyor. İkisi arasında 2022 şartlarıyla 40-75 bin liralık bir maliyet farkı var. Ama paradan mühim şeyler de var.

Elbette göğüs kafesinin kırılmaması, vücudun ön yüzünün boydan boya delinmemesi, diren üstüne direnler açılmaması, hızlı iyileşme kapalı ameliyat için mükemmel sebepler. Açık ameliyat tüm kötülükleri bünyesinde barındırıyor olsa da mükemmel bir iyi tarafa sahip: Yıllardır yapılıyor, başarıyla uygulanıyor. Doktorlar bu operasyonu ezbere biliyor artık: Hem öncesini hem sonrasını…

Ortalamanın üstü gelişmişlikte bir beden, açık ameliyatın ardından 15-30 gün içinde iyileşiyor. Kapalı ameliyatla bu süreyi yarıya indirdiğimizi varsayalım.

Gelelim baypas tarafına… Ameliyattan iki gün önce hastaneye girdim. Hastaneye gelirken tüm stresimi de yanımda götürmüştüm.

  • Özel hastaneyle devlet hastanesi arasındaki en önemli fark kaldığınız odada tek başınıza olup olmayacağınız ve hastaneye girdikten sonra insanların size nasıl baktıkları.
  • Ameliyattan önce defalarca sizi bol bol tahlillere götürüyorlar. Öncesinde vücudunuzu neredeyse santim santim ezberleyecek kadar tahlil yapıyorlar.
  • Herkeste öyle olur mu bilmiyorum. Ben durumun vahametini göğsümdeki tüm tüylerin alınması için traş makinesiyle içeri giren hasta bakıcıyı görünce anladım. Sorun bu ameliyatı geçirenlere. Herkes size buna yakın bir şey söyleyecektir
  • Ameliyata girmeden önce ameliyatınızı yapan doktorla ne kadar çok konuşsanız o kadar iyi. Ne kadar çok şey bilirseniz (iyi ya da kötü) o kadar daha az stresli oluyorsunuz.
  • Telefonunuzu ameliyata gireceğiniz günden eser bir süre önce yanınızda bulunan kişiye, refakatçinize verin. Arayan herkesle o konuşsun. Çünkü siz bir süre sonra ameliyat konusunda çok fazla konuşup sadece sizin bilmeniz gereken anlamsız detaylar vermeye başlıyorsunuz karşınızdakine.

Ameliyathane kapısına giderken, dünyanın en soğukkanlı insanı da olsanız, size vücudunuzun alabileceği kadar sakinleştirici de verseler, tüm risklerin ortadan kaldırıldığını biliyor da olsanız… Stresten geberiyorsunuz. Bunu yeryüzündeki hiçbir şey değiştiremez…

  • Ameliyathane kapısında sert bir yatakta çıplak bir şekilde yatarken hayatın ne kadar anlamsız ve o ana kadar yaptığınız her şeyin ne kadar gereksiz olduğunun farkına varıyorsunuz. İnanılmaz bir bilinç geliştire anı yaşanıyor orada…
  • Oradaki doktorların, ameliyathane görevlilerinin, hemşirelerin umursamazlığı size güven veriyor aslında: Siz kendinizi çok önemli ve yaşadığınızı müthiş bir şey olarak konumlandırırken onların bunu günlük sıradan işlerinden biri gibi görmesi ve rahatlıkları şahane bir şey.
  • Ameliyathanede size ekstra işlemler yapılıyor ve bu bayağı vakit alıyor. Benim orada en çok ürktüğüm şey ellerimi kollarımı bağlayıp sabitlemeleri oldu. “Bir anda vazgeçip kalkıp kaçacağımdan mı korkuyorsunuz” diye sordum, hemşire espriyi anlamadı gülüyormuş gibi bile yapmadı.
  • Sizi uyutma anına geldiklerinde gerçekten çok büyük bir panik yaşıyorsunuz. Yani ben o uyuşturucunun kolumdan girip omuriliğimden geçip beynime gelme aşamalarının hepsini hissettim. Nefes alamama konusunda da bir panik yaşadım. Sonrasını hatırlamıyorum. Muhtemelen o panik 3 salise filan sürdü.

Gözünüzü kapatmanız ile açmanız arasında bir saniye var. O bir saniye normal dünyada yaşayan insanlar için birkaç saat sürüyor. Siz bunun ayırdına varamıyorsunuz… Gözünüzü kapatıp açmanız gibi.

  • Eğer bir özel hastanedeyseniz güzel sesli bir hemşire size kibarca seslenerek artık uyanma vaktinizin geldiğini söylüyor. Uyandığınızda vücudunuz alabildiği kadar uyuşturucu ve ağrı kesiciyle dolu oluyor. Ve beyniniz sürekli sizi tekrar tekrar uyumaya motive ediyor.
  • Ben uyanırken ilk hissettiğim konuşamadığım oldu. Çünkü ağzımda boğazımdan içeri girmiş ve konuşmamı imkansız hale getiren bir boru vardı. Boğazınızın içinde orada olmaması gereken bir cihaz çok rahatsız edici. Ama vücudunuzu ilk hareket ettirdiğinizde bunun olmaması gereken yerlerdeki tek cihaz olmadığının farkına varıyorsunuz.
  • Diren denen bir alet var. Vücudunuzda durmaması gereken kanı ve yan unsurları vücut dışına çıkarmak için vücudunuza sokulmuş bir boru. Bende iki tane vardı ve biri iki kaburga kemiğinin arasında diğeri ciğerimdeydi.
  • Diren hayatınızı kurtarmak için en önemli cihazlardan biri. Ama hayatınızda varlığından haberdar olmadığınız ağrıları veriyor size. Kıpırdamadan yatarken sorun yok ama ilk minimum kas hareketinde biri sizi ciğerlerinizden bıçaklamış gibi hissediyorsunuz. Çünkü bıçaklanmanızla direnin sokulması aynı prensipleri taşıyor.
  • Diren, size sigara içmenin ne kadar aptalca ve yanlış bir şey olduğunu anlatıyor: Çünkü sigara yüzünden normalde farkında olmadığınız minik öksürmeler dünyanın en büyük işkencesi olarak karşınıza çıkıyor. O zaman fark ediyorsunuz ki ciğerleriniz her öksürükte bir kez değil birkaç kez hareket ediyor ve her öksürükte gerçekten müthiş bir acı sarıyor beyninizi. O zaman içtiğiniz ilk sigarayı yakan çakmağın gazını dolduran adama kadar hayatınızdaki her yanlışı tekrar hatırlayıp küfürler savuruyorsunuz.
  • Uyanma sırasında insan çok farklı duygulara kapılıyor: Önce bir zafer hissi, bir kurtuluş motivasyonu sarıyor sizi. Yendim diyorsunuz, kurtuldum diyorsunuz. O sırada boğazınızdaki bulunmaması gereken boru ya da her hareketinizde ölmek istediğiniz direnin filan önemi kalmıyor. Ancak bir sonra hemen vücudunuzu saran duygu bu zaferi sizi bekleyenlerle paylaşma isteği.
  • Ben gecenin bir yarısı beni bekleyen karıma iyi olduğumu söylemek için ağzımdaki boru ve kaldırabildiğim tek elimle epey bir yalvardım ve sonunda başarılı oldum. Onu haberdar ettikten sonra çok güzel rüyalı bir uykuya daldım.

Ameliyattan sonra “artık iyisin” hissine kapıldığınız ilk somut aşama odanıza çıkarılmak. Üstünüzde ve çevrenizdeki aletlere yolda giderken insanların size o acıma dolu bakışı çok korku verici. Kimseyle göz göze gelmeyin o süreçte.

  • Odanıza geldiğinizde artık yattığınız yerde ihtimam görme anlarınız sona eriyor. Artık sizin yapmanız gereken şeyler var ve belki de baypas sürecinin başından beri hesaplamadığınız şeyler bunlar…
  • Öncelikle üç toplu bir aleti nefesinizi içeri çekip dışarı vererek oynatmak zorundasınız. Bu hareket ciğerlerinizin hayatınızın geri kalan kısmında sahip olacağı kapasiteyi etkileyeceği için yapmak zorunda olduğunuz bir şey. Ama ciğerlerinizdeki direnle bunu yapmak o kadar çok acı veriyor ki. Bir de o alete üflediğinizde aslında ciğerlerinizden ne kaybettiğinizi çok iyi anlıyorsunuz.
  • Hemşire sizi yürütmek istiyor. Yürümeniz lazım siz de biliyorsunuz. Ama ayaklarınız tutmuyor, her adımda vücudunuzda varlığını bilmediğiniz ağrıların farkına varıyorsunuz ve en önemlisi denge mevhumunun büyük bir bölümünü kaybettiğinizi görüyor ve daha önce ben nasıl yürüyormuşum ya diye şaşırıp kalıyorsunuz.
  • Mutad zamanlarda ve sık sık birileri gelip size bir tahlil yapıyor. Çoğunlukla uykudan uyandırarak yapıyor bunu. Zaten zar zor daldığınız uykudan uyanmak çok zorlu bir süreç. Bir de o kadar sık röntgen çektiriyorsunuz ki acaba bunlar bana ekstra zarar verir mi diye düşünüyorsunuz. Ama vermiyormuş öyle dedi doktorlar.
  • İlk yediğiniz veya yemeye çalıştığınız yemekler olayın en çirkin tarafı. Hayır pardon en çirkin tarafı tuvalet aktivitesi. İlk birkaç gün vücudunuza giren bir hortumdan gideriyorsunuz tuvalet ihtiyacını. O hortumun çıkması (ki girdiği yeri düşünürken bile çok geriliyorum) sonrasında da işler tam düzelmiyor.
  • Hortum demişken… O direnlerle yaşamak gerçekten çok zor. Ne sağa dönebiliyorsunuz ne sola. Ama çıkarma anında “keşke burada kalaydı da sağıma soluma dönmeseydi” diyorsunuz. Diren vücuttan nasıl çıkıyor biliyor musunuz? Kaba kuvvetle! Sağlam bir doktor geliyor ve onu haşırt diye çekip çıkarıyor içinizden. Sonrasında rahatlıyorsunuz ama çekme aşaması çok fantastik ve “bir daha asla böyle bir anı tekrar yaşamak istemiyorum” dedirten bir şey…
  • Tüm hortumlar vücudunuzu terk ettikten sonra hastaneden çıkmak artık tamamen sizin inisiyatifinize veya hastanenin sigortadan aldığı paraya kalıyor.

Ameliyat sonrası ev hayatı bambaşka. Gerçekten de yeni bir hayata başlıyormuş hissi o hastane kapısından çıkarken başlıyor zaten…

  • Hastane kapısından çıkarken artık sigara içmeyeceksiniz, yağlı yemeyeceksiniz, düzenli ilaç kullanacaksınız ve kardiyolu yoğun sportif aktivitelere girmeyeceksiniz düşünceleri kafanızın en önemli parçası oluyor… Sanki hastanede kalsanız eski hayatınıza devam edecekmişsiniz gibi… Sanki bir şey olmamış gibi.
  • Eve gelmenin en önemli aktivitesi artık herkesle telefonla konuşup ballandıra ballandıra hikayeler anlatmak… Çok şey anlatmak istiyorsunuz. Karşınızdakiler ilk birkaç dakika sizi dinlemeyi çok istiyorlar. Ama onların esas dinlemek istediği size geçmiş olsun yanındayım deyip kapatmak. İdrar için borunun vücudunuza nereden girdiği onlar için çok önemli değil. Bunu sonradan anlıyorsunuz.
  • Yatmak gerçekten çok zor. Çünkü göğüs kafesiniz ortadan ikiye ayrılmış ve sonradan tellerle tutturulmuş durumda. Dolayısıyla sadece sırt üstü yatmaya hakkınız var. Sağa dönmek yok, sola dönmek yok. Yüzü koyun yatmayı cümle içinde bile kullanmıyoruz. Sağa sola dönmeden uyuyamayan biriyseniz benim gibi… 45 gün için kendinize bir televizyon koltuğu almanız gerekecek.
  • Başta onu yeme bunu yeme gibi bir şey yok. Ama benim gibi eğer sigarayı bıraktıysanız… Çok ciddi kilo alıyorsunuz. Ben on kilo aldım.
  • Küçük küçük yürüyüşler güzel. Aslında en güzeli yürüyüş. Başka bir spor çok saçma olur. Mühim olan kendinizi daha önce yapmadığınız bir şeye alıştırmak.

Son olarak… Sonrası hayata dikkatle bakmak gerekiyor. Çünkü siz artık başka birisiniz.

  • Damarlarınızın tıkalı olanlarını bacağınızdan alınan damarlarla değiştirince siz ayağı yukarı sıfır kilometre tıkalı damarlı biri haline dönüşüyorsunuz. Bunun kıymetini bilin.
  • Bu size sunulmuş bir lütuf. Ama eski yanlışları ölmeden tekrar tekrar yapma şansı değil. Çünkü artık aynı yanlışları bir daha yapıp tekrar baypastan geçmeyi istemezsiniz.
  • Etrafınızdaki insanlarda iki çeşit eğilim oluşuyor: Ber kesim size artık geri dönüşsüz bir yarım insan olarak bakıyor. Sizin yanınızda her zamanki konulardan konuşmuyorlar bile. Sanki siz ışık hızıyla giden bir gemiye binip gelmişsiniz de onların iki kat yaşındasınız gibi. Aynı adam kesinlike değilsiniz. Bir diğer kesim ise evin küçük oğlu Kerimcan ile konuşur gibi konuşuyor sizinle. “Eveeet artık ne yapmıyoruz? Yağlı ürünleri yemiyoruuuz. Akşaaam erken yatıyoruuuz. İlaçarımızı içmeyiii unutmuyoruuuz”…. Aklınıza diren acısı geliyor ve onu özlüyorsunuz böylesi zamanlarda…
  • Bu ameliyatı gençken, mesela 50’li yaşlarda, geçirmek çok iyi. Çünkü yeniden başlama fırsatınız var. Evet 60 hatta 70’ten sonra da yeni bir hayata başlayabilirsiniz. Ama 50’lerde gerçekten en başa yakın bir yerden baştan başlama şansınız var.
  • Bu arada çok açık denenmiş şeylere baktığımda size gerçekten işe yaradığını söyleyebilirim: dört katlı bir binanın merdivenlerinden operasyondan iki hafta önce gerçekten kan ter içinde kalıp evden içeri yığılırken ameliyattan sonra herkesten önce çıkıp terlemiyorsunuz bile. Birkaç damarın insan hayatındaki etkisinin bu kadar büyük olması çok acayip.

Baypas çok zorlu bir ameliyat. Çok önemli bir viraj. Ama üstesinden gelinemeyecek bir şey değil. 50’lerde üstesinden gelmek daha kolay. Yanınıza biri varsa da öyle. Tıkalı damarlarla her an gitme stresinden kurtulmak mükemmel bir şey. Yeniden başlamak da öyle.

Şarlatan olmak ya da olmamak

/

Bu bir iletişim yazısıdır. Başka anlamlar aramak ve şüpheci olmak, güzel ancak gereksiz bir enerji kaybıdır.

Şarlatan kelimesinin orada burada duymuş olabilirsiniz. Kelimenin etimolojik kökenine inecek olursak karşımıza birkaç farklı bakış açısı çıkıyor. Bazılarına göre bu kelime İtalyanca ciarlare fiilinden geliyor. Bu fiili birebir Türkçeye çevirmek istersek bağıra çağıra gürültülü konuşmak tanımı tam karşılamasa bile oldukça uygun düşüyor.

Bir diğer bakış açısına göre şarlatan kelimesi 18-19. yüzyılda özellikle Fransa’da mucizevi ilaçlar ve tonikler satanlar için kullanılıyor. O tonikler büyük yalan dolan olduğu için bugünkü kullanımda şarlatan kelimesi çok kötü anlamlar yüklenmiş. Eğer o yıllarda tonik olarak satılan yılan yağı, gerçekten de bugünün Aspirin’i tadında birçok işe yarasaymış “bizim Osman abi büyük şarlatan ilerde benim çocuğum da şarlatan olur inşallah” gibi bir kullanımımız olabilirdi.

Şarlatanlar ürününü veya fikrini satmak için ortalığı vesveseye veren kişiler için kullanılıyor. Kelime kökenine baktığımızda salt yalan dolan ile iş yapmaları değil, bu insanların bağırıp çağırması da gerekiyor.

Biraz iletişim dünyasına girecek olursak… Bugün insanların neden bağırıp çağırdığını da o günün bakış açısından anlamlandırabiliriz: Paris’te şarlatanlık yaparak ilaç satan insanlar satış işini şova dönüştürüyorlar: Bir dükkan açıp burada yılan yağı satılıyor demiyorlar. Onun yerine mobil, her an yer değiştirebilen ve kaçışa uygun minik gösteri araçları kullanıyorlar. Ürünlerindeki yalan büyük olduğu için o anda satmaları gerekiyor ve o yüzden de çok bağırıp çağırıyorlar.

Bugünün dünyasına bakalım: Bir ürün satmak istiyorsunuz diyelim. Ürün iyi ve bir soruna çare oluyorsa o ürünü zaten kulaktan kulağa tekniğiyle zaten herkes duyuyor. Ancak ürün üstüne yüklenmiş yalanın boyutu ne kadar büyürse o kadar çok bağırmak ve bunu şova dökerek anlatmak gerekiyor.

Bunu bir teknolojik ürün satışında da görebilirsiniz, bir siyasi partinin anlatımlarında da, bir ponzi sisteminin lansmanında da, hatta bir haberin yayılmasında da.

Bu arada şarlatanların sattığı ürünlerin insan beyninin mantıklı düşünme kanallarını tıkayacak kadar önemli bir soruna çare bulması gerekiyor. Mesela 18. yüzyılda ölümsüzlük vaat ediyor bu iksirler, sonrasında seksüel erkeklik gücüne zirve yapmasıyla öne çıkıyor. Günümüze yakın zamanlarda piramit sistem kurup herkesi inanılmaz derecede zengin etmeyle akıllara giriyor. Herkese bir ev bir araba anahtarı vermeyi öneren, dünyanın en büyük on ekonomisinden bir haline getirme umudunu salan şarlatanları da unutmamak lazım.

O zaman şarlatanları nasıl tanıyacağımızı bize çok iyi anlatan birkaç madde sıralayalım:

  • Eğer size çok büyük ve beklenmedik bir umut veriyorlarsa şarlatan olma ihtimalleri vardır.
  • Eğer her an toparlanıp kaçabilecek bir konumdalarsa şarlatan olma ihtimali yüksektir.
  • Eğer yaptıkları iletişimi bağırıp çağırarak yapıyorlarsa kesin şarlatanlardır.
  • Eğer sizi aynı şarlatanlıkla birden fazla kez yanıltabiliyorlarsa büyük iletişimcidirler

Peki sizin şarlatan konumuna düşmenizi engelleyen şey nedir? Onları da yine bu verilerden yola çıkarak sıralayalım:

  • Beklenmeyecek derecede önemli bir soruna çareyseniz bunu çok iyi anlatmanız lazım. eden kimse bunu yapamamış da siz onu bulmuşsunuz sorusu mantıklı olan her insanın düşünebileceği bir şeydir. Bu çözüme giden yollara nasıl ulaştığınızı açık ve net bir biçimde anlatabilmeniz gerekiyor.
  • Topluma güven verin. Nerede olduğunuzu, nereden geldiğinizi nasıl kaçamayacağınızı açık ve net bir biçimde itiraf edin. Köklerinizi gösterin onlara ve oraya nasıl bağlı olduğunuzu anlatın.
  • Bağırmak deyince illa birinin yanına gidip avazınız çıktığı kadar sesinizi yükseltmeniz gerekmiyor. Bağırmak bazen Google ortamına çok reklam vermekle de olabilir, TV ve gazetelere çok çıkmakla da… Bir şeyi çok söyleyince daha çok anlaşılır olmazsınız, olsa olsa sıkıcı olursunuz.
  • İnsanlar sizi duysun istiyorsanız bunun yol uzaktan onlara bağırmak değil yakınlarına gitmektir. Yakınlarına giden herkes, sıcaklıkla karşılanır. Birinin yakınındaysanız bağırmadan da duyulur hale gelirsiniz. İnsanlar uzaktan bağırana değil yakınlarındakine güven duyarlar.

Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Çünkü iletişim dünyamızda yeni bir akım doğdu. Ben onlara şarlatan iletişimciler diyorum. Bu kişi ve kurumlar hiçbir şekilde beni dinlemiyor, hiçbir soruma cevap vermiyorlar. Bunun yanında sürekli kendi söyledikleri şeylerin duyulmasını talep ediyorlar. WhatsApp gibi ortamlardan düzenli tacizlerle kendi fikirlerini bağırıyor ama aynı ortamdan soru almıyorlar. Bu şarlatanlığı şimdilik kaydıyla isim vermeden tarihe not düşelim. İlerde devamını yazarım.

Aşk: Kaybedenlerin oyunu

//

Raskolnikov24 ve Karenina26, gökyüzünü alev alev yakan bir günbatımında üstünde martıların uçtuğu, ara sıra yunusların çıkıp havada taklalar atıp tekrar daldığı bir okyanus kıyısında uzaklara bakıyorlardı. Arkalarındaki ağaçlardan gelen rüzgarın hışırtısı ve şarkılarını akşam saatlerine saklamış olan kuşların sesleri ortamı aşık olmak için ideal bir hale getiriyordu.

Raskolnikov24’ün sarı saçlarının rengini daha belirginleştiren mavi gözleri; Karenina26’nın pürüzsüz bir tene sahip ince omuzları üstündeki gezindi. Sonra neredeyse batan güneşle aynı renkteki kızıl saçlarını süzdü. Gözlerinin yeşili, dişlerinden gelen ışıltı, minik ellerini süslemek için oraya konmuş izlenimi uyandıran narin parmakları, akan sakin bir dere doğallığında vücut hatları…

Raskolnikov24’ün sağ eli Karenina26’nın sol elini ezberlemekle meşguldü. Her boğumu, her girintiyi, tırnaklarının üstündeki kayganlığı, elinin sıcaklığını… Kulağına aşka dair bir şeyler fısıldadı, mümkün olan en kısık ses tonuyla. Kız güldü mümkün olan en melodik sesle. Sonra kız onun kulağına bir şeyler söyledi güzelliklere dair. Oğlanın elmacık kemiklerinin çevresi kızardı biraz.

Bir sessizlik oldu. Oğlanla kız birbirine baktı bir süre. Kız güldü ama oğlan gülmedi. Ardından oğlanı titreme aldı. İnsansı bir titreme değildi bu. Yüzü silikleşmeye başladı. Ayaklarından saçlarının ucuna kadar mozaiklendi, hemen ardından kızı da titreme aldı. Kız “hayır yapma” diye bağırdı, oğlanın titremeleri arttı ve kör edici bir aydınlık; okyanusu, günbatımını, ormanın yeşilini ve güzel kadınla adamı alıp götürdü.

Aydınlığın, sanal gerçekliğin ardından, leş gibi bir sokak, kara kuru bir kız, kısa boylu ve hafif kambur duran bir erkek kalmıştı. Bilgisayarın yarattığı, güzel olan her şey gitmişti. Oğlan “oyunun bana verdiği yetkiyle…” diyerek başladı söze. “Dur!” diye bağırdı kız, “bunun bir aşkı kaybetme oyunu olduğunu biliyorum. Bunu kazanırsan çok para alacağını da biliyorum. Paraya ihtiyacın olduğunu da biliyorum. Kim ötekini daha büyük hayal kırıklığı yaratarak terk ederse daha çok para kazanacağını da biliyorum. Ama ben…”

Kız sözlerini bitiremedi. Gözlerinden aşağı yaşlar süzülmeye başladı. Kaybetme oyununda sanal gerçeklikle güzellikler yaratıp karşısındakini terk etmek mükemmel bir fikirdi. Ve kız bu tuzağa düşmüş görünüyordu. Gözyaşlarını engellemeye çalışmadan, neredeyse haykıran bir ses tonuyla konuşmaya devam etti: “Ben senin sanal gerçeklikteki tipine değil, avuçlarıma dokunan o ellerine aşık oldum. Bu yüzden seni terk etmedim, edemedim. Aşk gerçek hayatta da bir kaybetme oyunu biliyorum. Ama seni gerçekten sevdim ve ne kadar sürerse sürsün, ne kadar sefil olursam olayım ellerimi bırakmanı istemedim. Beni istediğin zaman bırakabilirsin. Ama ellerimi bırakma. Aşkı kaybedenlerin oyunu yapma…”

Adam durakladı. Gözleri doldu. Bakışlarını kaçırdı önce. Ardından bakışları kızın ellerine kaydı. O yumuşacık, kemikli ama sevgi vaat eden eller. Avcunun içinde denizdeki minik balıklar gibi çırpınan eller. Para, şöhret ve hayatının sonuna kadar mutlu bir yaşam… Bu potansiyel büyük aşkla kıyaslanabilir miydi? Kıyaslanmalı mıydı? Gözyaşlarına engel olmayı bıraktı. Kıza sarıldı. Sıkı sıkı sarıldı. Bir daha gitmesini engelleyecek kadar sıkı sarıldı.

Kız onun vücudunu saran kollarına bıraktı kendini. 2000’li yıllarda 27 yaşında intihar eden bir kadının söylediği şarkıyı mırıldanmaya başladı tatlı tatlı: “Love is a loosing game…”

Şarkının son kıtasını okuduktan sonra durdu. Kulağına doğru iyice yaklaştırdı dudaklarını ve “oyunun bana verdiği yetkiyle seni bırakıyorum” dedi.

Adamın gözyaşlarının debisi iki katına çıktı ve neredeyse tadı değişti. Çok büyük kandırılmış, hiç ummadığı yerden darbe yemiş ve oyuna gelmişti. Kadın, o zamana kadar bu oyunda yaşanmış en büyük kandırmalardan birini gerçekleştirmiş ve rekor bir puan ve ödülle oyunu sonlandırmıştı.

Hala onu kollarında tutmak isteyen adamdan usta bir manevrayla ayırdı kendini. Gökyüzünden kendini izleyen kameralara doğru eski tiyatrocuların yaptığı tarzda bir selam verdi.

Erkek salaktı ve neredeyse hala birkaç dakika öncesindeki kadar aşıktı kıza.

Hep öyle değiller miydi?

Kırılmasın diye durur kalbim…

/

İnsanlar sanki kendileri iyi bir zekaymış gibi kendilerine benzeyen yapay zeka robotlar üretmek istedi tarih boyunca. Kendi kendine düşünen ve hatta karar veren robotları ilk yaratan tarihe geçecekti. Bu konuda yoğun bir savaş vardı dünyanın dört bir yanına dağılmış mühendisler arasında.

Zeka ve otonom karar mekanizması ne ola ki? Robotun ününe bir engel çıkınca etrafından dolaşması mı? Bir uzvunu ateşe sokmaması mı? Araba kullanırken yolun ortasında salak salak oturan köpeği ezmeden etrafından dolaşması mı?

Bu sorunun cevabını aşk olarak verdi bir felsefe profesörü. Aşk açıklanamaz ve çok insani bir kavramdı. Durumdan duruma, sevenden sevene, hatta sevilenden sevilene değişirdi. Al da şu kavramı tanımla deseniz kimse size aşk budur diyemezdi ama aşık olmuş bir salağı görseniz 23 kilometreden tanırdınız.

Dünyanın ilk aşık robotunu İsviçre’nin en iddialı yapay zeka takımı hayata geçireceğini söyledi. Tüm dünyadan sır gibi saklanan yöntem çok basitti aslında. Yapay zeka insan aklının muhakeme gücünü kazanabilmek için onun birkaç ömürde biriktiremeyeceği kadar veriye maruz bırakılırdı. Yapay zekayla çalışan avukat mı yapacaksınız? Sokun bütün hukuk davalarını beynine, alınan tüm kararları harmanlasın ve size hukuk anlatsın. Doktor mu yapacaksınız? Tüm hasta bilgilerini ve onları iyileştiren tedavileri yükleyin hafıza kartlarına yanılmaz şaşırmaz bir doktor olup çıksın.

Peki aşık bir yapay zeka üretmek için ne yaparsınız? Ona aşkı öğretirsiniz. İçinde aşk yansımaları olan tüm şarkıları, şiirleri, filmleri, roman ve öyküleri derlediler. Gerçekten gelişmiş bu hafıza yığınının içine sokuşturdular. Tıp, hukuk ve mühendislik alanlarında yapay zeka üretmek ne kolaydı, ne kadar güzel sınırları vardı bu bilim dallarının. Ama aşkın sınırları neredeyse yoktu. “Aldığı kadar” dedi bir profesör. Yaklaşık 6 aylık bir bilgi depolama ve bunları işleme sürecinin ardından yapay zeka aşka hazırdı.

Profesörlerden biri bir asistana yapay zeka ile sohbet etme emri verdi. Kız bu deneyin gururlu ve gönüllü bir parçası olarak neredeyse hiç uyumadan bir ay boyunca yapay zeka robotla konuştu, kendini anlattı. Robot bu uzun sohbetin ardından gerçekten de kendine öğretilmemiş insani salak aşık tepkileri vermeye başladı. Asistan yanından uzaklaştığında işlem hızı düştü, yanındayken aşırı tepki vermeye, daha çok pil kullanmaya başladı.

Eğer profesörler cihazın uyku konumunda da etrafı dinleyebildiğini hesaplamış olsalardı deney kesinlikle başarıyla sonuçlanabilirdi. Ama profesörler uyku moduna aldıkları robotun yanında aşık olunması istenen kadın asistana sende de ona karşı duygu yoğunluğu oluştu mu diye sordular. Elbette şaka yapıyorlardı. Kız yaşının ve güzel olduğunu bilip bunu kullanan her kötü kalpli kadının yaptığı gibi kikirdedi: “Daha neler artık hocam yani…”

Robot o anda çalışmaz hale geldi. Tüm ekip panik halinde milyonlarca dolar harcanmış bu robotun üstüne atlayıp onu tekrar çalışır hale getirmeye çalıştılar. Ancak robot çalışmayı reddediyordu işte.

İsviçreli uzmanlar arasında Türkçe bilen olsaydı o anda robottan salona yayılan ve “anlamsız bir tepki” olarak niteledikleri şarkının sözlerinden çıkarım yaparlardı. Ancak kimse bu eski şarkının ne demek istediğini araştıma gereği duymadı:

Kırılmasın diye durur kalbim

Usul usul bedeni aşar aşk

Aşk ölmez biz ölürüz…

Bir Ayrılığın Anatomisi

Başta her şey iyiydi. Sonradan acayipleşti.

Beraberken konuşuyor ve anlaşıyorduk. Aramızdaki anlaşma her konuda fikir birliği sağlama değil onun söylediklerini anlama ve benim söylediklerimi anladığına emin olmaktı. Bunu sık sık birbirimizde deniyorduk. Birbirimize o an anlamsız küçük komutlar veriyorduk. Bazen git diyorduk bazen gel diyorduk. Al diyorduk ve ver diyorduk. Ve bu komutların hepsi eksiksiz yerine getirilebiliyordu.

İşler daha da yakınlaşmaya başlayınca karmaşıklaşmaya başladı. Çünkü uzaktayken al ve ver gibi komutlar yeterli olurken birbirine çok yakınlaştığında elini boğazımdan çeker misin, gözlerime parmaklarını bu gece de sokmasan olur mu gibi komutlar devreye girmeye başladı. Bunları anlamak da yerine getirmek de eskiye oranla daha zordu.

Yakınlaştıkça anlaşılmanın zorluğunun bana iki seçenek getirdiğini söyledi kadın: Ya karşımdakinden eskisinden de fazla uzaklaşacaktım ya da şimdikinden daha yakın olacaktım. Yoksa anlaşamaz birbirimize zarar verirmişiz. Yakın olmakla birbirimize zarar vermek arasında seçim yapmak hiç de güç değildi. Kaldı ki yakın olmak şahaneydi: Kalorifere verdiğiniz para azalıyordu, içkiye ve yara bandına…

Ne kadar yakınlaşırsak aramıza o kadar çok insan girmeye başladı. Biz birbirimize uzakken bizimle ilgilenmeyen herkes biz birbirimize yakınlaşınca aramıza girmeye çalıştılar. Nedenini anlamak mümkün değildi. Aramıza girerken de hep kaşlarını çatıyorlar, korkunç korkunç bakıyorlardı bize. Kadın bu konuyu araştırmış. Bunun sebebini değil çözüm yolunu söyledi bana: Biz birlikte olmak için bizim çöplerimizi almaya gelen ve sifonu çektiğimizde kakaların gittiği yeri belirleyen adamdan izin almalıymışız. O anda tuhaf gelse de etrafımızdaki çatık kaşlı insanların gitmesi için buna değer diye düşündüm.

Herkes çok sevindi bunu yapmamıza. Büyük kutlamalar yaptılar bunun için. Kakalarımızın gideceği yeri saptayan adamın hayatımızın gideceği yeri belirlemesine izin verdiği için hediyeler verdiler, güzel kıyafetler giydirdiler bize. Ama artık kaşlarını çatmıyorlardı ve hediyelerden çok daha önemliydi bu.

Yeni olan her şey değişim anlamına geliyordu. Değişen her şey kötülük anlamına geliyordu. Çünkü birlikte olmak, yan yana yürümek ve kadının eline dokunmak istemesinin sebepleri o anki durumdu. O durum her değiştiğinde birlikte olma sebeplerinden biraz daha uzaklaşıyordunuz.

Ama tek sorun o da değildi. Bir gün kadınla konuşurken cümlelerinin arasında anlayamadığım bir kelime duydum. Başta çok da takılmadım. Sonra anlamadığım kelime ikiye çıktı, üçe dörde… Bu kelimelerin anlamlarını çözemedim bir türlü. Ama sanırım anlamadığım kelime de en büyük sorunum değildi. Ben bir şeyler söylediğimde kadın da benim söylediklerimi anlamıyordu. Bu kelimelerin kullanıldığı yerlere bakıp anlamlarını çözmek için bayağı bir çaba gösterdim. Fakat bu dili öğrenmek mümkün değildi.

Anlaşabilmek için birbirimize el hareketleriyle komutlar vermeye başladık. Ortak hiçbir kelimesi olmayan iki kişi için başta bayağı bir işe yaradı bu. Ama temel ihtiyaçları karşılayabiliyordu bu komutlar. Kendimi küçükken sahip olduğum köpek gibi hissettim. Yat! Gel! Isır! Bu gibi komutlara itaat ediyordum el işaretleriyle. El işaretlerinin bir diğer kötü tarafı da karmaşık duyguları ifade etmek imkansız hale geliyordu. “Neden artık benim gözlerime eskisi gibi bakmıyorsun” veya “keşke bana dokunduğunda eskisi kadar sıcak olsa ellerin” gibi soruları el işaretleriyle anlatmayı ben beceremiyordum. Kimse de beceremez gibi geliyor bana.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bıçakla dolaşmaya başladı kadın. Bir şey söyledikten sonra bıçağı ustalıkla kullanıyordu. Söylediklerini anlamıyorum ya… Bunların ne kadar kırıcı olduğunu anlayayım diye bıçağını saplamaya başladı bana. Benim için daha iyi olmuştu bu aslında. En azından onu tekrar anlamaya başladım. Bacağıma saplayınca az kızgın olduğunu görüyordum, karnıma saplayınca biraz daha sinirli, gözüme saplayınca çok sinirli, gözüme saplayıp bıçağı içerde çevirince iyice sinirli.

Sonra beni kolumdan tutarak bir yere götürdü. Bu gittiğimiz yerde kötü kıyafetleri belli olmasın diye üstüne siyahlı kırmızılı yeşilli giyen adamlar ve kadınlar vardı. Herkesten yukarda oturuyorlardı. Sinirli sinirli bakarak sert sert konuşuyorlardı. Kakaların nereye gideceğini belirleyen adamlardan aldığımız izinleri iptal edebiliyorlarmış. Onların esas görevini sonra öğrendim. Mesela yere kaka yaparsan onlar ceza kesiyormuş. Esas işleri ceza kesmekmiş ama yan iş olarak insanlara artık birbiriyle yan yana durmamaları gerektiğini söylüyorlarmış.

O ne diyorsa öyle yaptım. Evde tek başıma oturup eski bıçak yaralarını tedaviye başladım.

Başta her şey iyiydi. Sonradan acayipleşti.

Seni seviyorum diyememenin tarihçesi

Ülkenin anaokul kavramıyla ilk tanıştığı yıllardı. Büyük şehire yeni gelmiş ailem burada yalnız ve çok çalışmak zorunda oldukları için o minicik yaşıma rağmen beni o okula göndermişlerdi. Ötekiler evlerinde biraz daha rahat etmek isteyen ailelerin birkaç saatliğine okula gönderdikleri çocukları olduğu için bana göre çok daha büyüklerdi. Zaten zengin ailelerin çocuklarıydı. Hayvan gibi, iri yarılardı ve 6 yaşındalardı!

Diğer çocukların en büyük eğlenceleri günün belli saatlerinde benimle uğraşmak ve anaokulunda varlık sebebini şu an dahi bilmediğim üstünde miki resimleri olan dolaba beni kilitlemekti. Hep birlikte bağırır çağırır; beni alır ve dolaba, o karanlık, dar ve boğucu yere sokarlardı. Çok korkardım. Ağlardım. Bağırırdım! Bir öğretmenin akıl edip beni oradan çıkarması için dakikalarca bazen saatlerce beklerdim.

Anaokulda sevdiğim bir kız vardı. Aşık mıydım? İnsan o yaşlarda ne bilir ki aşık olmayı… Gün batımlarında el ele sahilde uzak ufka bakmayı keşfetmemiştim ama yine de bir şey vardı işte içimde. Adı Feriha Perihan’dı. Bir insanın neden çocuğuna böyle bir isim koymak isteyeceğini sorgulamak aklımdan bile geçmezdi o yaşlarda. Beni en çok rahatsız eden o yaşlarda “R” harfini söyleyemediğim için onun adını ağız tadıyla dillendirememekti. Çok “R” vardı isminde ve ben söyleyince çok “Y” oluyordu bu.

Öğle saatlerinde uykuya yatardık öğretmenler biraz olsun rahat etsin diye sanırım. Yatakhane olarak tasarlanmış o odada uyumak, dolaba kilitlenmemek için çok garantili bir yoldu. Orada uyumayı hep çok sevdim. Benim tek sorunum uyanmaktı. Uyanınca çok aptal olurdum. “Bir insanın zeka yaşı uyku mahmuruyken kaç puan düşebilir ki” sorusunun cevabı gibiydim.

Bir öğleden sonra uyandığımda herkes çoktan uyanıp ayılmış ve kendi aralarında koyu bir sohbete başlamışlardı. En toraman çocuklardan biri ‘Ben Türkan’ı seviyorum” diyor ve ona olan aşkını anlatıyordu ballandıra ballandıra. Sonrasında bir diğeri “Benim aşkım Filiz” dedi. Herkes onu takdir etti. Bu takdirlerden gazı alan bir diğer iri çocuk “Ben Emel’i seviyorum” dedi.

Sanırım ben uyurken dünya değişmişti ve herkes aşkını ilan etmeye başlamıştı. Ne kadar güzeldi ve benim gibi aşkını dile getiremeyen biri için ne güzel bir fırsattı. “Ben Feriha Perihan’ı seviyorum” dedim tabi ki “R”leri kendi tarzımda söyleyerek. Herkes sustu ve bana bakmaya başladı. Bir terslik olduğunu anladım. Beni dolaba kilitleyeceklerini sandım. Üstümdeki pikenin altına saklanmaya çalıştım. Ama öyle olmadı. Herkes gülmeye başladı. Katıla katıla bağırarak beni gösterip gülmeye başladılar. Meğer hepsinin seviyorum dediği o dönemin sinema yıldızlarıymış. O anda beni alıp dolaba kilitlesinler istedim. Ama onlar benim etrafımda hoplaya zıplaya benimle dalga geçmeye devam ettiler. Tek gülmeyen, köşede kendince ağlayıp duran Feriha Perihan’dı.

O günden sonra bir daha hiçbir kıza aşık olduğumu söyleyemedim. O cesaret, lüks bir semtin anaokulu yatakhanesinde buharlaşıp uçtu üstümden. Hep benim yerime “Bu salak oğlan seni seviyor kız” diyen iyi arkadaşlarım oldu.

Ayı gibi altı yaşındaki çocukların etrafımda dans edip benimle dalga geçmesi yüzünden mi yoksa Feriha Perihan’ın annesini okula getirip öğretmenlere beni parmağıyla gösterip ağlaması yüzünden mi oldu, şimdi tam olarak bilemiyorum.

1980’lerde çocuk olmak

1980’in başlarında 10 yaşındaysanız hayatınızda değişen tek şey etrafta daha çok asker görmeniz olurdu. Akşam hava kararıp annemiz artık son tehditleriyle eve çağırana kadar maç yapardık. Mahallemiz eski tip bitişik nizam apartmanlardan kurulmuştu. Kimin evinde bir şey olsa ötekisi mutlaka duyardı. O yüzden de akşam saatlerinde üniformalı amca televizyonda konuşmaya başladığında herkes televizyonunun sesini sonuna kadar açar o abiyi dinlediğini herkesin bilmesini isterdi.
Bizim evlerden farklı tek bir tane ev vardı mahallemizde: Tam dört yolun ağzında, içine 4 apartmanın sığacağı genişlikte müstakil bir köşktü orası. Kocaman bir bahçesi ve bahçenin etrafında dikenli telleri vardı. Bahçesinde ise kocaman bir Mercedes ve o arabayla aynı milliyete mensup bir kurt köpeği. Adına Rozi diyordu herkes. Rozi’nin kız ismi olduğunu, o köpeğe boş yere “koş oğlum” dediğimizi çok sonra öğrendim.
Köşkün karşısında maç yaptığımız, mahallemizin gürültücü yağ fabrikasının metal atıklarının biriktirildiği bir top sahası vardı. Mahallenin en geniş alanı orasıydı ama çok önemli bir sorunu vardı: Plastik toplar için bir mayın tarlasıydı sahamız. Bir topun sivri metal yüzeylere gelerek patlaması birkaç dakika sürüyordu sadece. O yüzden de naylon değil plastik top alırdık. Naylon top patlayınca büyüklüğünü muhafaza eder, ancak naylon torba gibi her şutta içine gömülürdü. Oysa plastik toplar patlayınca küçülür ve sertleşirdi. Onlarla oynamak süper keyifliydi.
Biz küçük çocuklar çok zor oynardık orada. Genelde büyük abiler olurdu. Ama 1980’in sonlarına doğru büyük abiler çok fazla çıkmaz oldu ortalığa. Saha bizimdi, biz büyüktük ve tek derdimiz oynayacağımız futboldu.
Ben mahallenin en iyi futbolcusu değildim. En iyi onuncu futbolcusu da değildim. Ama evim sahanın hemen yanındaydı ve hiçbir maçı kaçırmadığım için; bir de babaannem aşağı sepetle yağlı ekmek sarkıttığı için oranın değişmez adamlarından biriydim. Kimse beni takımdan atmazdı ama maçtan sonra “ne oynadım be” diye anlatabileceğim sohbet konum olmazdı. Ta ki o güne kadar…
Herkesin hayatında bir şeyi daha iyi yaptığı, ama bunun sebebini bir türlü kendi kendine bile anlatamayacağı günler olur. Benim için o öğleden sonrası, o günlerden biriydi. Adım alıştıktan sonra altışar kişilik takımlardan birine beşinci sıradan girdim. Maç başladıktan sonra yine her çocuk gibi amaçsızca koşmaya ve kendimi helak etmeye başladım. Kendimce süper hızlı koşulardan birinin sonunda top önümde kaldı. Dizim çeneme vuracak kadar hızlı vurdum topa. Minik top, artık gol yiyip kaleden çıkmak isteyen çocuğun sağından içeri girdi. Hayatımın en güzel golüydü. Herkes birbirine ve tabii ki bana sarıldı. İddialı bir maçtı.
Sonra top tekrar önüme düştü, yine vurdum ve yine gol oldu. İki dakika sonra bir daha top önümde ve bir kez daha çok hızlı vurarak golü attım. Bu sefer insanlar birbirlerine değil bana koştular. Mutluluktan uçuyordum. O maç ve o gün hiç bitmesin istedim.
İki gol kalmıştı “6’da devre 12’de biter” maçının sonuna… Artık her top benim önüme yuvarlanıyordu işin kolayını bulmuş arkadaşlarım tarafından. Karşı takım bizim takımın çok kuvvetli olduğunu, adam değişmemiz gerektiğini söyleyerek gururumu okşuyordu. Şımarmış, her gelene vurmaya başlamıştım. Ve belki de maçta o ana kadarki en sert şutu çektim kaleye. Patlamış da küçülmüş minik top havalandı, kaleciyi aştı, arkadaki demir parmaklıkları aştı, aradaki yolu aştı ve son olarak içinde köpeğin olduğu büyük bahçenin içine düştü.
Genellikle bu sahne, maçın bittiğini, aramızda para toplayarak yeni top almamız gerektiğini gösteren bir hareketti. Maçtaki bütün övgüler bir anda tersine döndü. Artık kimse beni sevmiyordu ve daha önümüzde oynayacak o kadar vakit varken sünepe gibi gölgede oturup akşam olmasını bekleyecektik.
Hayır! O gün, öylesi bir gün olamazdı. Herkesin şaşkın bakışları arasında koşarak tellerin arasından geçtim, bahçeye doğru gittim. Herkesin köpeğin olduğu bahçeye atlayacağımı düşündüğü bir anda tabii ki sadece evin kapısını çaldım. Köpek koşarak kapıya geldi ve bana havlamaya başladı. Hayır! O maç böyle bitemezdi ve o topun alınması gerekiyordu. Evden biri çıkıncaya kadar tekrar tekrar bastım zile. Bir kadın dış kapıdan 30 metre kadar uzaktaki evin kapısına çıkıp “ne var be ne” diye bağırdı bana. “Teyze topum” diyecek oldum. Bunun için zili böylesine çaldığımı görünce Almanca sert bir şeyler söyleyip kapattı kapıyı.
İki kere daha çaldım kapıyı ama köpeğin bana daha sert havlamasından başka bir değişiklik olmadı evde. Yaşadığım hayal kırıklığının üstüne kırılan gururumu da ekleyin. Hayatımın en güzel günü, en kötü gününe dönüşmüştü. Ayaklarımı yere vurarak artık ağladığımı saklamadan amaçsızca yürümeye başladım. Önce sağdaki sokağa, sonra soldaki sokağa, sonra yeniden sağa saptım. Zaten önümü de göremiyordum gözyaşlarından.
“Çat” diye birilerine çarptım. “Napıyon la” dedi çarptığım adam… Yeşil kıyafetli iki askerdi bunlar. Tüfekleri vardı. “Topumu vermiyorlar ya” diyerek iyice makaraları saldım. Asker yüzümü sildi. Karmakarışık olmuş saçlarımı düzeltti elinden geldiğince. “Büyükler mi aldı topunu” dedi gülerek. “Hayır zenginler” dedim hıçkıra hıçkıra ağlayarak… Yanındaki askere baktı, “yürü la” dedi ve benimle beraber bahçeli eve doğru yöneldik. Evin önüne gelince “sen git şu kenarda otur” dedi bana ve evin kapısını çalmaya başladı.
Sonrası bir aksiyon filmi gibiydi benim için… Kapı çalınınca evden önce az önceki kadın çıktı, korkuyla geri girdi. Ardından iki adam çıktı askerlerin yanına geldiler. Askerler sert sert bir şeyler söyledi. Adamlar daha sert bir şeyler söyledi. O sırada köpek bir askere doğru hamle yaptı. Asker silahını köpeğe doğrultunca evden çıkan ikinci adam askeri itti. İkinci asker bu hareket üzerine dipçiği adamın kafasına vurdu. Köpek bunun üzerine askerin üstüne atladı. Yere yuvarlanan asker doğrulup köpeğe müthiş bir tekme attı ki köpekten gelen sesi neredeyse bütün mahalle duydu. Ayağa kalktıktan sonra ayakta kalan adamın kaval kemiğine de bir tane vurarak onu yere yıktı. Sakin adımlarla bahçenin ortasına gidip köpeğin salyalarıyla iyice iğrenç bir görüntü alan topu benim olduğum tarafa doğru fırlattı. Bütün herkes camlara çıkmış amaçsızca bağırırken arkama bakmadan top sahasına doğru koştum.
O anda nasıl bir görüntüm vardı bilmiyorum. Ama bana bakan herkes sessizce oradan ayrıldı. Zenginlerin evinin oradan gelen bağrışlar azalırken ben de eve gitmeye karar verdim.
Annem kapıda karşıladı beni ve sert bir ifadeyle “git elini yüzünü yıka leş gibisin” dedi. Gerçekten de elimin içindeki sabun ve lavabonun içi simsiyah olmuştu kerden. Gözlerimdeki kızarıklık gidene kadar yıkadım yüzümü. Banyodan çıktığımda “hadi sofraya” dedi babam. “Bir daha da eve o pis topları getirme attım onu çöpe” dedi. Yine ağlayacaktım, vazgeçtim. Babam televizyonda bağıran asker elbiseli adamı duyabilmek için televizyonun sesini biraz daha açtı.
Topu da askerleri de zenginleri de unutmuştum.
Köfte çok güzeldi.

Pamuklu aşklar

Cüceler sinirli ve şaşkın bir biçimde baktılar Pamuk Prenses’e… “Ne demek eğer buradan bir pres geçerse sizi bırakıp giderim” diye sordu sinirli cüce ismini aldığı sinirini gizlemekten kaçınmadan. “Canım bunda ne var işte… Sizinle gül gibi geçinip gidiyoruz. Ama eğer bir prens gelirse buraya… Atına atlar giderim” dedi Pamuk Prenses. Cüceler yıkılmış bir vaziyette önlerine baktılar.

Neşeli cüce her zamanki güleç tavrıyla gülerek sordu: “Ama biz çok mutluyduk seninle. Kötü kraliçelerden kötü avcılardan ve birçok kötü şeyden kurtardık seni. Bizimle çok mutlu olduğunu söylüyordun. Ne oldu birden bire? Şaka yapıyorsun değil mi?”

Pamuk Prenses şaka yapmıyordu. Birden bire de çıkmamıştı bu. Penseslerin hayatlarının sonuna kadar cücelerle yaşaması doğu değildi zaten. Hem kim aynını yapmazdı ki? Cüceler mesela… Pamuk Prenses yerine daha güzelini görseler, Pamuk Prenses’i bırakıp gitmezler miydi sanki? Ama yok bu şimdi doğru olmadı. Bir prensesi bırakmak için ne bulacaktınız iki prenses mi? Besin zincirinin en tepesindeki hayvan altında kimin ölüp kimin ölmeyeceğine karar veren muktedir bir yaratıktı ve güzellik zincirinin en üstündeki yaratığın da kimin kimi nasıl ve ne kadar seveceğini belirleme hakkı vardı.

“Gerçekten bana çok yardım ettiniz ama olay tam olarak öyle olmuyor işte. Sonuçta siz cücesiniz, ben bir prensesim. Hem bakın sizi sıradan biri için bırakmak istemiyorum ki. Eğer bir prens gelirse sizin yerinize onu tercih edeceğim…” Pamuk Prenses bu kadar basit bir şeyin neden hala anlaşılamadığını anlamakta güçlük çekiyordu.

Bilge cüce o ana kadar kimsenin aklına gelmeyen soruyu sordu: “Peki bir prens gelecek mi? Birisi var mı?”

Hayır belli bir prens yoktu. Gelip gelmeyeceği de belli değildi zaten. Ormanın karanlık bir köşesinde mutlu bir biçimde yaşadıkları mağaranın önünden beyaz atına atlamış yakışıklı prensin geçmesi ihtimali… Ormanın karanlık bir köşesindeki bir mağaraya Pamuk Prenses gelme ihtimalinden dahi daha düşüktü. Ama prenses bunu şimdiden herkesin bilmesini istiyordu. Bunu da cücelere iyilik olması için söylüyordu kendince. Bunu söyledikten sonra o kadar rahatlamıştı ki içi…

Sinirli cüce “o zaman şimdi git” dedi ona sert bir sesle. Uff hala anlamıyorlardı. Şimdi gitmenin vakti değildi ki. Eğer bir prens gelirse gidecekti. Şu anda durup dururken neden gitsin böyle mutlu ve güzel bir yuvayı bıraksın? Onu kimsenin sevemeyeceği kadar seven yedi farklı cüceyi bırakmak da neyin nesi şimdi? Biri eğlendirir, biri güldürür, biri yemek yapar biri konuşur… Onlarla bir arada olmaktan daha güzel ne olabilirdi ki? Beki bir prens. İşte o prens gelirse gidecekti o da.

“Ben böyle söylediğim için ne kadar mutlusunuz her şey yolunda değil mi” diye sordu prenses cücelere olanca mutlu sesi ve gülerken çizgiye dönüşen gözlerle. Evet cüceler çok mutlulardı. Mutluluktan birkaç gün önce çirkin yaşlı kadının getirdiği elmadan yaptıkları tatlıyı yiyorlardı.

“Hepsini bitirmeyin bana da bırakın” dedi sinirli cüce.

Kanal İstanbul konusundaki tüm konuşmalar…

KANAL VARSA DENİZ, ORMAN VE SU YOK

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, “Kanal İstanbul Çalıştayı” kapsamında yapılan “Çevresel Boyut, Su ve Ekoloji” oturumunda ortaya çıkan genel fikir, Kanal İstanbul’un yapılması durumunda İstanbul’un deniz, orman ve su konusunda geri dönüşü mümkün olmayan zararlar göreceği şeklinde oldu.

İBB Park Bahçe ve Yeşil Alanlar Daire Başkanı Prof. Dr. Yasin Çağatay Seçkin yönetiminde gerçekleştirilen oturumda, Kanal İstanbul’un çevreye, su kaynaklarına ve ekolojiye yapacağı etkiler ele alındı.

Oturuma İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahsen Yüksek, Hacettepe Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam, Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Derin Orhon, İstanbul Üniversitesi – Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem ve TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Su ve Atık Su Komisyonu Başkanı Selahattin Beyaz konuşmacı olarak katıldı.

MARMARA DENİZİ CAN ÇEKİŞİYOR

İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahsen Yüksek, Marmara Denizi’nin ekosistemi hakkında bir sunum yaptı. Marmara Denizi’nin Boğazlar sisteminin bir parçası olduğunu belirten Yüksek, “Marmara Denizi tarihten bu yana daima hep önemli bir deniz olmuştur. Marmara’nın üretkenliğini akıntı sistemi sağlamaktadır. Tuzluluğu farklı iki yoğunluktaki suların karışmasıyla Marmara iki tabakalı bir şekilde hayat bulmaktadır. Bu sistemin yanında bir de insan etkisi söz konusudur. Türkiye nüfusunun oldukça önemli bir kısmı Marmara etrafında kümelenmiştir. Bu da deniz üstünde daha fazla baskı oluşturmaktadır. Zaman zaman basında gördüğümüz denizin renginin değişmesi, balık ölümleri gibi haberler denizin ‘Artık can çekişiyorum’ uyarısıdır” dedi.

Marmara Denizi’nde 2015 sonrasında dip oksijen değişiminin de olumsuz yönde arttığının tespit edildiğine dikkat çeken Yüksek, şöyle konuştu:

“Dip oksijenin alt suyunun öldüğünü elimizdeki veriler bize söylüyorlar. Marmara Denizi kışın üretkenliği artan bir denizdir. Ancak özellikle körfez içlerinde durumu oldukça kötü durumlardadır. Susurluk başta olmak üzere havzalardan gelen yük giderek artmaktadır. Yine 2009 ile 2016 arasındaki farka baktığımızda tür kayıpları yaşandığını görüyoruz. Biz Marmara Denizini iyi yönetemiyoruz. İyi yönetemediğimiz için de her gün daha fazla çöküntüler görüyoruz. Genelde balık popülasyonu ve çeşitliliği tamamen kötü kullanımdan dolayı küçüldü.”

Doç. Dr. Yüksek, Marmara’yı etkileyecek bir kanalın açılmasının Marmara Denizi üzerindeki baskıyı arttıracağını ve daha da kötüye gitmesine neden olacağını da söyleyip, “Plajlar sadece insanların denize girdiği yerler değildir. Burada bir çok canlıyı kapsayan bir ekosistem vardır. Bir de yeni plajlar yapılırsa burada da dönüşümler olacaktır.”

KANAL AÇILIRSA KARADENİZ’DE SU SEVİYESİ DÜŞECEK

Hacettepe Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam da bilimsel çalışma yapıldığı zaman ortaya çıkan tablo daha yol gösterici olacağını belirterek, sözlerine başladı. Prof. Dr. Saydam, şöyle devam etti

“Kanal yapılırsa Marmara ölür. Marmara Denizi, Karadeniz ile Ege Denizi’nin çocuğudur. Aslında yeni bir deniz. Ancak hasta doğan bir çocuk. İyileşmesi imkansız. Ancak üzerinde durursanız durdurursunuz hastalığı. Elimizde dünyada olabilecek en ilginç çalışma sahalarından biri var. Özel bir deniz. Kanal İstanbul olursa Karadeniz’in seviyesi en az beş santim düşecektir. Boğaz yoluyla gelen Karadeniz suyunun jet akımıyla Marmara’ya karışmasıyla Marmara Denizi verimli bir deniz haline geliyor. Karadeniz doldurulacak deniyor. Bu jet akımı o dolguyu da Marmara’ya taşıyacak. Siz bu sisteme ikinci bir kanal yaparsanız sistem mahvolacak. Marmara, ‘Öldüm ölüyorum’ diyor. Çok ciddi bir durum ile karşı karşıyayız. Deniz bilimciye sorulmadığı için bir hilkat garibesi ile uğraşıyoruz.”

Prof. Dr. Saydam, “Kanal, iki barajın üzerinden geçiyor. Burada yıllarca biriken organik atığı da Marmara’ya getirir. Bu gelince oksijen de gelmeyeceği için etraf çürük yumurta gibi kokar, Marmara da kalmaz” diyerek, bu kokunun erkeklik üreme hormonu üzerinde bile yüzde 20-30 oranında olumsuz etkileri olacağını söyledi.

KANAL İLE KİRLİLİK YÜKÜ ARTACAK, SU KAYNAKLARI YOK OLACAK

Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Derin Orhon ise görüşleri şöyle özetledi:

“Bütün bilim insanları toplandık, ‘Niye kanal yapılmasın?’ diye düşünüyoruz. ‘Niye yapılsın?’ sorusuna ise cevap veren yok. ÇED raporu var. Ancak raporda Kanalın İstanbul’a ve doğaya olumsuz etkileri göz ardı ediliyor. Karadeniz kirli bir deniz. Kanal’ı bölge bölge inceledim. Karadeniz’in kiri, Kanal ile Marmara’ya gelecek. Bu kanal yapılırsa İSKİ’nin arıtma falan yapmasına gerek yok. Zaten yapamaz. Karadeniz’e de bir dolgu düşünülüyor. İnci gibi sahiller yok edilecek. Hafriyat ile dolgu yapmak yasa ile yasaklanmıştır. Bu dolgu alanı planı yasal da değil bu anlamda. Yine bu dolgu gevşek toprak olduğu için çökecektir de. Kanal ile birlikte Trakya’nın göbeğinde kalıcı bir tuzlu su alanı oluşturulmuş olacak. Bu da yer altı yer üstü tüm ekolojiyi büyük oranda etkileyecek. Yine kanal ile birlikte İstanbul’un nüfusu az 2 milyon artacak. Ayrıca su kaynaklarımız da yok oluyor. Sazlıdere Barajı tamamen gidiyor, Terkos’un büyük kısmı etkileniyor. Tamamında tuz oranı artıyor. Su kaynakları, proje ile ciddi zarar görüyor. Su havzalarının korunması hakkında da yönetmelik var halbuki. Hem Orman ve Su İşleri Bakanlığının hem de İSKİ’nin yönetmeliği bunu söylüyor.”

KANAL DEMEK ORMANSIZLAŞMA DEMEK

Oturumda İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, kanal alanı hakkında bir sunum gerçekleştirdi. Prof. Dr. Tolunay, yaklaşık 100 milyon kamyon hafriyat çıkacağının altını çizerek, “ÇED raporuna baktığınızda kesilecek ağaç sayısı düşük verilmiştir. Raporda 201 bin ağaç kesilecek deniyor ama en az 400 bin ağaç kesilecek. Üstelik orman demek sadece ağaç demek değildir” dedi.

Tolunay sözlerini şöyle sürdürdü:
“Biz bir orman alanını kaybedeceğiz. Rapora bakıyorsunuz benim öğrencilerimin yapmayacağı hatalar var. İstanbul’un su varlıklarında da ciddi bir azalma var. Eğer bazı tedbirleri almazsanız Melen Barajı tamamlansa bile su yetmeyecek. Kanal, su alanlarını da yok ediyor. Floraya bakarsanız ÇED Raporuna göre bir şeyler söylenmiş. Ama iyi çalışılmamış. Eksiklikler görülüyor. Vatandaş olarak koparırsanız 60 – 65 bin lira ceza ödeyeceğiniz bitkilerin taşınacağı ileri sürülüyor. Faunaya bakarsanız tablo yine benzer. ÇED raporuna göre bazı çalışmalar masa başında yapılmış. Bu bölgede yaşayan bazı kuşları rahatsız etmemeniz gerekir. Ama siz buraya 24 saat hafriyat dökeceksiniz. Terkos Gölü’nün su samurları için önemli ve korunması gereken kısmına set getirip yapıyoruz. ÇED Raporunda ‘Kuşlar zarar görecek ve iniş alanları olmadığı için havalimanı bölgesine zorunlu iniş yapabileceklerdir’ diyor. Bütün bunlar taşıma havyan ile yaban hayatı anlamına geliyor. Bir önemli başlık da hava kirliliği. 175 metre kazılacak yerler var ama örnekler yüzeyden alınıyor. Toprak altında zararlı gaz var mı ölçülmemiş. Asbeste bile bakılması lazım. Ayrıca bu bölgede süren diğer projeler ile birlikte kümülatif bir değerlendirme yapmak gerekmesine rağmen bu da yapılmamış.”

İSTANBUL’UN ZATEN SINIRLI DOĞAL ALANI VAR

Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem de “Biz bir rapor yazarak ‘Ya Kanal Ya İstanbul’ sözünü ilk kez kullandık. Son yerel seçimlere kadar ise çok ilgi görmedik. İstanbul bir çok şeyin başkenti ama aslında farklı ekosistemi ve deniz geçişiyle doğanın da başkenti. Dünya genelinde doğa dünya ekonomisine ciddi bir katkı da sağlıyor” dedi.

Ağaç dikildiğinde değil, ağaçkakan kuşları yuva yapabildiği yerlerin orman olduğunu anlatan Kalem, kanalın yapılması halinde kıyı kumullarının zarar göreceğini belirtti. Kalem; “Oysa bu kumul alanlarında endemik bitkiler olduğunu biliyoruz. Kanal demek yeni bir yol ağı demektir. Yeni bir yol ağı da ekosistemi bir kez daha parçalamak demektir. ÇED raporu ansiklopedi gibi ama doğal yaşama dair işe yarar bilgiler içermiyor. ÇED, tarafsız olarak hazırlanmıyor. Yanlış bir sistem olduğu çok açık. Kanal, Montrö Anlaşması bağlamında tartışılıyor ama taraf olduğumuz birçok doğaya yönelik sözleşmeler de var. Onları da değerlendirmemiz gerekiyor. İstanbul’un sınırlı doğal alanları var. Biz bu yapı ile devam edersek o da yok olacak” şeklinde konuştu.

SAZLIDERE KAYBEDİLMEMELİ

Son konuşmacı TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Su ve Atık Su Komisyonu Başkanı Selahattin Beyaz’ın görüşleri ise şöyleydi:

“Proje kapsamında hep su üzerinde duruyoruz ama aslında havalimanı, kanal ve yeni şehir birlikte ele alınmalı. Bu üç proje de havza alanlarında yer alıyor. Sazlıdere Barajı yok olacak evet ama aslında havzası da yok olacak. Sazlıdere, oldukça önemli bir kaynak asla kaybedilmemeli. 2011 yılından bugüne kadar Kanal projesi yakınlarında kentleşmenin arttığını görebiliyoruz. Su, bütün canlıların vazgeçilmez varlığıdır. Kentin su havzaları sükse projeleri uğruna yok edilmesi kabul edilebilir bir şey değildir. Havalimanına engel olamadık ancak bari bunu engel olalım.”

“ŞEHİR Mİ KANAL İÇİN, KANAL MI ŞEHİR İÇİN”

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Orhan Demir’in yönettiği “Mekansal Planlama,Şehircilik ve Ulaşım” başlıklı oturumda; Emeritus Profesör Dr. Ahmet Vefik Alp, İstanbul Teknik Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi Ulaşım Uzmanı Prof. Dr. Haluk Gerçek, Işık Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Bölümü’nden Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nden Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu ve İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü’nden Prof. Dr. Şevkiye Şence Türk söz aldı.

PROJE, İSTANBUL’U YOK EDECEK

Oturumda ilk olarak söz alan Emeritus Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp, projenin açıklandığı 2011 yılından beri bu projeye karşı olduğunu belirtti. Clint Eastwood’un yönettiği 1965 yılı yapımı Tarantula filminden örnek veren Prof. Dr. Alp, bu kanal girişimin İstanbul’u yiyeceğini kaydetti. Konunun mutlaka bilimsel temada konuşulması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Alp, tartışmaların siyasileşmesini tehlikeli bulduğunu önemle altını çizdi. Üçüncü Köprü’nün yapılmasıyla beraber çevrenin yapılaşmaya açıldığını ifade eden Prof. Dr. Alp, gerçekleştirilecek projelerin betonlaşmaya olanak tanıdığına dikkat çekti.

GEÇİŞLER ESKİYE GÖRE DAHA GÜVENLİ

Emeritus Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp’ten sonra oturumda söz alan Prof. Dr. Haluk Gerçek, kazaların istatistiksel olarak azaldığını belirtti. Kanalın yapılmasının doğal sonuçlarından birinin bölgede yapılaşmanın artması olduğunu kaydeden Gerçek, kanalın yapılma nedeni olarak görülen İstanbul Boğazı’ndaki trafiğin sürekli azalma eğiliminde olduğunu ifade etti. Petrol rezervlerinin azalması, Rusya’nın petrol ihracatını Baltık Denizi’nde yapması, Kuzey Buzulları’nın erimesi, boru hatları ve gemi boyutlarının büyümesinin İstanbul Boğazı’ndaki trafiğin azalttığını kaydeden Prof. Dr. Gerçek, kaza sayılarında azalma olduğunu belgelerle ortaya koydu. Yapılacak kanalın yalnızca gemilerin geçmesine imkan tanıyacağını belirten Prof. Dr. Gerçek, yardım gemilerinin geçiş imkanının olamayacağını söyledi.

BİR YERLEŞME PROJESİ OLARAK KANAL İSTANBUL

Prof. Dr. Haluk Gerçek’ten sonra Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy ise , projenin kanal veya ulaşım projesi olarak görmediğini söyledi. İstanbul’un diğer metropollerden farklı olarak son yıllarda çok hızlı geliştiğini belirten Prof. Dr. Gülersoy, İstanbul’un sahip olduğu zenginlikleri titizlikle korunması gerektiğini belirtti. İstanbul’un sahip olduğu özelliklerin ülke üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri olduğu söyleyen Prof. Dr. Gülersoy, İstanbul’un finans, lojistik, iletişim, ulaşım, altyapı, turizm ve kültür konusunda Avrasya’nın merkezi olma iddiasını taşıdığını söyledi. Su havzaların yeni bir su taşıma sistemi kurulana kadar korunması gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Gülersoy, orman ve tarım alanlarının da korunması gerektiğini kaydetti.

DOĞAYA YÖN VERİLEMEZ

Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy’dan sonra oturumda söz alan Doç. Dr. Pelin Giritlioğlu planda bazı köylerin kazı altında kalacağını belirterek özetle şunları söyledi:

“Arnavutköy’ün kuzeyindeki 8 orman vasfını yitirecek. Plan, tatlı su balıklarının taşınması gibi doğaya yön vermek istiyor, böyle bir girişim olumlu sonuçlanamaz. Proje inşaat projesi ve plan tarım alanlarını kurutacak. Mevcut su kaynaklarının proje dahilinde yok olacak.”

PROJE İKİLİK İÇERİYOR

Son konuşmacı Prof. Dr. Şevkiye Şence Türk, projenin “Tavuk- Yumurta İkilemi”ne sahip olduğunu belirterek, kanalın finansmanı için şehir kurulduğunu, şehir kurulması için kanalın kurulması yolunun tercih edildiğini ifade etti. Prof. Dr. Türk: “Planın yüzde 60.63’ü orman, göl ve tarım alanları üzerinde kurulmuş. İstanbul’un suni bir Rotherdam’a döndürülmek isteniyor. Kanalın, İstanbul’a göçün teşvik edeceğini öngörüyoruz. Su havza alanlarının yapılaşmaya açılacak. 17 Ağustos 1999’dan sonra 30 yıl içerisinde deprem olasılığı yüzde 68 olarak görülüyor. Bu kadar büyük yatırımların İstanbul’a yapılması önemli bir stratejik hata olacaktır.”

KANAL İSTANBUL ÇİFTÇİNİN GEÇİM KAYNAĞINDAN VAZGEÇMESİDİR

Kanal İstanbul Çalıştayı’nda konuşan, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ayfer Bartu Candan, projeyle birlikte çiftçinin geçim kaynağının elinden alınacağını söyledi. Bartu, bu durumun raporlarda da belgelendiğini vurguladı.

HARBİYE / İSTANBUL

“Kanal İstanbul Çalıştayı’nın” İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanı Mahir Polat yönetiminde gerçekleştirilen Toplumsal Boyut ve Katılım’’ başlıklı oturumunda, Kanalın toplumun sosyal ve manevi değerlerine etkileri etraflıca değerlendirildi.

Oturuma, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ayfer Bartu Candan, KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İhsan Bilgin ve MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan konuşmacı olarak katıldılar.

KANAL PROJESİ İSTİHDAMI OLUMSUZ ETKİLER

Panelin açılış sunumunu yapan Ayfer Bartu Candan, şehrin coğrafyasını ve birçok şeyi eş zamanlı etkileyecek olan bir projenin kamusal alanda tartışma fırsatının yaratılması çok önemli olduğunu söyledi. Kanal İstanbul ÇED Raporu’nun eki olarak hazırlanan Sosyal Etki Değerlendirme raporundan bilgiler paylaşan Candan, projenin bölgedeki istihdama olumsuz etkileri olacağının altını çizdi. Candan, şöyle konuştu:

“Kanal İstanbul projesi altı ilçeyi kesen bir proje ve buradaki birçok arazi orman ve tarım arazisi. Proje istihdamı bu bölgedeki insanları olumsuz etkileyecek. Her insan her projeden ayni biçimde etkilenmiyor. Burası o kadar büyük bir alan ki, herkesin istihdam olanakları, sınıfları, meslekleri, eğitim düzeyi ve hayattaki imkanları birbirinden farklı. Daha güneye, Küçükçekmece taraflarına geldiğimizde daha çok organize sanayi bölgelerinde çalışan bir nüfus görüyoruz. Daha kuzeye gittikçe eğitim seviyesi ve gelirin daha düştüğü, tarımla geçinen; ekip, biçtiği ürünlerin %80’ni kendi tüketen çiftçileri görüyoruz. Kanal İstanbul demek, bu arazilerin istimlak edilmesi demek ve geçimlerini buradan sağlayan çiftçilerin geçim kaynaklarından vazgeçmeleri demek. Sosyal Etki Değerlendirme raporu zaten bu durumu belgeliyor.”

Kanal İstanbul projesi ile iddia edilen yaratılacak yeni istihdam alanları konusuna değinen Ayfer Bartu Candan, projedeki yeni istihdam alanlarının çiftçileri kapsamadığını vurguladı. ÇED raporunda çiftçilere önerilen tek şeyin omlara yeni tarım alanı açılması olduğunu da söyledi.

TÜRK İNSANI ENDİŞELİ

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır, Türk insanının öncelikli problemleri olduğunu söyledi ve kendi araştırmaları sonuçlarından dikkat çeken veriler paylaşarak şunları dedi:

“Türkiye insanı bireysel hayatı için son derece endişeli. Bunun da en büyük nedeni işsizlik. Çalışan insan da yarın sabah işimi kaybedersem endişesiyle mutsuz. Türk toplumunun yüzde 60’ı gelecek hem kendi hayatı için de ülke hayatı için de gelecek korkusu duyuyor. Yüzde 76 insan da önümüzdeki üç ay içinde ülkedeki koşulların da kendi koşullarının da bugünden daha kötü olacağını düşünüyor.”

Kanalın gerekli ve doğru olduğunu diyenlerin üçte birin altında olduğunu söyleyen, Ağırdır, “Gençlerin yüzde 98’nin ‘kanal değil deprem’ şeklinde cevap veriyor” dedi.

KANAL İSTANBUL KAPANMASI GEREKEN BİR KONUDUR

Panelin son sunumunu yapan MSGSÜ Öğretim Üyesi Dr. Murat Cemal Yalçıntan şöyle konuştu:

“Kanımca kanal tartışması gerekçesizlik ve kamunun manipülasyonu üzerinden kapanması gereken bir tartışmadır. Demokratik teamüller açısından şeffaflık olmadığı bir proje olması çerçevesinden de değerlendirmeye ve tartışmaya layık bir tartışma olmaktan çıkıyor.”

KANAL, ULUSLARARASI SORUNLARIN HABERCİSİ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1. Hukuk Müşaviri Eren Sönmez’in yönettiği “Hukuki Çerçeve ve Güvenlik” adlı oturumda; Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Doç. Dr. Ceren Zeynep Pirim, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Başkanı Av. Mehmet Durakoğlu, hukukçu ve büyükelçi Dr. Rıza Türmen, Emekli Kılavuz Kaptan Saim Oğuzülgen ve Emekli Tuğramiral Türker Ertürk konuştu.

ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN KANAL İSTANBUL

Oturumda ilk olarak söz alan, Doç. Dr. Ceren Zeynep Pirim, ekonomik ve bilimsel yollarından farklı olarak uluslararası hukuk açısından da incelenmesi gerektiğini söyledi. Pirim, özetle şunları söyledi:

“1936 yılında imzaladığımız Montrö Boğazlar Sözleşmesi sonucunda Boğazlar’da hakimiyetimiz artıyor. Anlaşma, Boğaz’dan geçecek gemiler için 6 farklı unsur koyuyor. Montrö’nün asıl önemi, savaş gemilerinin Türkiye’ye barış zamanında, önceden ihbar ederek belirtmesi gerektiğini şart koşuyor. Bu durum Karadeniz’e kıyısı olan çevre ülkelerin güvenliğini de artırıyor. Anlaşmaya göre, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin gemileri, 21 günden fazla Karadeniz’de kalamıyor.

Montrö, savaş zamanında Boğazları kapatma yetkisi veriyor. Boğazlar, ülkenin içerisinde kalsa dahi uluslararası hukukun kapsamı dahilindedir ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye lehine bir sözleşmedir. Sözleşmenin iptalinde yeni bir adok düzenlemesi kabul edilecektir ve sonucu takdirlerinize sunmaktayım. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, sona ermesi halinde Boğazlar iki ayrı su yolu olarak incelenerek, transit geçiş kapsamından çıkarılacaktır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin iptali, savaş uçaklarının Boğazlar’dan geçememe kuralının yok olmasına sonuç açacaktır. Sözleşmenin, riske atılması bir yana yararımıza olduğu açıktır. Türkiye’nin sözleşmeyi bozmadan statükoyu devam ettirmesi gerekiyor.”

RUSYA’NIN TERCİH DEĞİŞİKLİĞİ

Doç. Dr. Ceren Zeynep Pirim’den sonra söz alan hukukçu ve büyükelçi Dr. Rıza Türmen, boğazın yanına paralel bir kanal açma girişiminin dünyada eşi benzeri olmadığını ve ilgili kanal açma girişiminin mutlaka insanlara anlatılması gerektiğini söyledi. Montrö ve Lozan Anlaşmaları Türkiye’nin kurucu anlaşmalarıdır.

Türmen, açıklamalarının devamında şunları dedi:

“Türk Boğazları, tıpkı Danimarka Boğazları gibi istisna özelliklere sahiptir. Sözleşmenin iptali bu istisnayı ortadan kaldıracaktır. Geçmişe baktığımızda, Rusya’nın Boğazlar konusunda istikrarlı bir tutumunu görüyoruz. Rusya, Karadeniz’i kapalı bir deniz olarak görmektedir. Montrö’nun ortadan kalkması, Rusya’nın Karadeniz anlayışının değişmesine yol açacaktır.

Boğazdan geçen gemilerden ton başına 0.90 Amerikan Doları servis ücreti alırken kanalın ücreti ton başına 5 Amerikan Doları olarak tanımlanıyor. Daha ucuzu varken gemiler neden daha pahalı ve daha yavaş bir sistemi tercih etsin. Kanal, Rusya’ya bu maliyetlerden ötürü faaliyetlerini Karadeniz’den Baltık Denizi’ne kaydırmasına neden olacaktır. Bütün bu durumlardan sonra Kanal İstanbul’un neden yapılması gerektiğini ben bulamadım.”

KANALIN AMERİKA VE İNGİLTERE’YE ETKİSİ

Hukukçu ve büyükelçi Dr. Rıza Türmen’in ardından konuşan Emekli Tuğamiral Türker Ertürk, Kanal İstanbul’un bir ucube olduğunu vurguladı. Kanal İstanbul’un sorunlar yumağı olduğunu kaydeden Emekli Tuğamiral Ertürk, 2011’den beri bu projeyle mücadele ettiğini söyledi. Ertürk, sözlerine şöyle devam etti:

“Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışılması, değiştirilmesi ve hatta iptali, Amerika ve İngiltere gibi 1982 yılında kabul edilen transit geçişe olanak sağlayan anlaşmayı uygulamak isteyen ülkelerin lehine durumda. Kanal, Amerika’nın tüm dünyada rahatça giremediği tek deniz olan Karadeniz’de, hakimiyetini artırma sonucunu doğuruyor. Kanalı ne kadar geniş olursa olsun,kanal ne kadar geniş olsa da olsun İstanbul Boğazı’nın kadar çok imkan sağlayamaz. Kanalın yapılması veya yapılmamasına yönelik kararlar, Genelkurmay gibi ülkenin sahip olduğu kurumların görüşü alınarak yapılmalı.”

KENTE KARŞI İŞLENMİŞ BİR SUÇ

İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Başkanı Av. Mehmet Durakoğlu, tartışmaların en iyi yayının tüm ulusa Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni öğretmek olduğunu söyledi. Durakoğlu, kanalın kente karşı işlenmiş bir suça teşebbüs aşamasında olduğunu belirterek, “Kenti yönetenler, iktidarın siyasal faaliyetlerine karşı çıkıyor. Bu durum, çokça görülmemesi ile birlikte çok değerli bir önem taşıyor. Avrupa Kentler Şartları’nda yer alan kentli kavramı açısından bakmak istiyorum. Kanal İstanbul projesi, daha önceden imzalanmış olan uluslararası sözleşmelerin karşısında yer alıyor. İnsanların gece yarısına kadar ÇED Raporu’na itiraz için sıralarda beklemesini kentliler unutmamalı. Büyük bir hukuksuzluk hüküm sürüyor. Kanalın yerleşim alanlarını da dahil etmesinin davaları artıracağını öngörüyorum. Baromuz bu konunun takipçisi olacaktır” dedi.

BOĞAZLARDAKİ GEMİLERİN EMNİYETİ

Son konuşmacı emekli kılavuz kaptan Saim Oğuzülgen, Lozan’dan önce bize dayatılanboğazlarla ilgili sözleşmenin 13 yıl ülkemizde hüküm sürdüğünü belirtti. Denizlerdeki bağımsızlığın Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile geldiği söyleyen Oğuzülgen, Boğazlar’ın bazı ülkelerce uluslararası görülmek istendiğini ifade etti.

KANAL’IN MALİYETİ, TÜRKİYE’NİN BÜTÇE AÇIĞI KADAR


İBB Başkan Danışmanı Yiğit Oğuz Duman yönetiminde gerçekleştirilen “Kanal İstanbul’un Ekonomi Politiği’’ başlıklı oturumda, Kanal İstanbul’un şehre ve ülkeye maliyeti etraflıca değerlendirildi. Oturumu CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu ve İYİ Parti İl Başkanı Buğra Kavuncu da izledi.

Oturuma Gazeteci ve Yazar Çiğdem Toker, Boğaziçi Üniversitesi, İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman, Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Levent ve Başkent Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Emek konuşmacı olarak katıldılar.

Gazeteci Yazar Çiğdem Toker, kent yoksulluğunun her geçen gün arttığı bir ekonomik ortamda, Kanal İstanbul gibi yüksek maliyetli bir projenin yapılmasının doğru olmadığını belirtti. Ulaştırma Bakanlığı raporlarında proje maliyetinin 20 milyar dolar olarak ifade edildiğine dikkat çeken Toker, kamu-özel işbirliğiyle yapılacak olmasının bazı firmalara imtiyaz sağlayacağı uyarısında bulundu. İşletme gelirlerinin maliyetleri karşılayamayacağını vurgulayan Toker, Kanal etrafına yapılacak kentleşme faaliyetlerinden, lojistik merkezlerden ve yat limanlarından gelir beklendiğini ifade etti.

Türkiye’nin 2020 bütçesinin 1 trilyon 82 milyon, bütçe açığının ise 140 milyar öngörüldüğünü kaydeden Toker, 118 milyar maliyetle Kanal’ın Türkiye bütçesinin yüzde 11’ine denk ve bütçe açığı kadar olduğunu söyledi. Devletin zor aygıtlarını kullanarak bu tür büyük projeleri hayata geçirdiğini ifade eden Toker, büyük inşaat şirketlerinin hegomanyanın şirketlerine döndüğü iddiasında bulundu. ‘’İstanbul’un geleceği müteahhit firmalara temsil edilmemeli’’ diyen Toker, finansörler, bankerler ve alt müteahhit firmalardan oluşan bir piyasanın ayakta tutulmaya çalışıldığını kaydetti.

Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Fikret Adaman, Projenin fayda maliyet analizlerinin yapılmadığına dikkat çekti. Yatırım maliyetlerinin yanı sıra fayda maliyetlerinin yıllara göre dağılımının da bilinmesi gerektiğine anlatan Adaman, şöyle konuştu:

‘’Projenin ömrü ne kadar? İskonto haddi nedir? Bunların hiç birinin bilmiyoruz. Doğru fiyatlara ulaşmamız için tüm bu bilgilere sahip olmamız lazım. Projenin bir çok belirsizlik taşıyor. Sonuçlarından emin olunmayan projelerde ihtiyatlı olunması gerekir. Sosyal ekonomik hayata ciddi etkileri olacak. Bilimi fetişize etmemek lazım. Bu iş sadece bilim camiasının yapacağı bir iş değil. Kamuoyu da işin içinde olmalı. Bu iş çok aceleye getiriliyor.’’

Kanal İstanbul’un en çok zorlandığı çalışmalardan biri olduğunu belirten Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi Öğretim Üyesi Haluk Levent, bölgeler arası dengesizliğin çok fazla olduğu Türkiye’de tüm yatırımın İstanbul’a yapılmasının yanlış olduğunu söyledi. Türkiye’nin katma değerinin yüzde 30’unu İstanbul’un ürettiğini kaydeden Levent, ekonominin daha sağlıklı işlemesi için mekânsal yayılmaya ihtiyaç olduğunu vurguladı. ‘’Kanalın yapılmasındaki asli unsurlardan birinin saadet zinciri oluşması için nesne olduğunu düşünüyorum’’ diyen Levent, imar rantının çok yüksek olduğunu; bu sistemin çekici olmaktan çıkarılması gerektiğini belirtti.

Kanal İstanbul’un proje döngü yönetiminin kurulmadığının altını çizen Başkent Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Emek, Kanal’ın yapılmasına gemi trafiğinin gerekçe gösterildiğini; ancak geçen gemi sayısının her geçen gün azaldığını söyledi. 2010’dan bu yana dünya ticaretinde gemi talebinin azaldığını kaydeden Emek, ‘göç yolda düzülür’ mantığıyla projenin hayata geçirilmeye çalışılmasının yanlış olduğunu ifade etti.Dünyada üretilen gemi sayısında ciddi düşme olduğunun altını çizen Emek, şöyle devam etti:

‘’Bize izah etmeleri lazım. Biz anlatılmayan bir hikâyeyi anlamaya, kurgulamaya çalışıyoruz. Süveyş Kanalı 100 liraya mal olur dendi, 2 milyon oldu. Panama 100 denmişti, 300 oldu. Kanal kazılmaya başlandığında ne çıkacağını bilmiyoruz. Maliyetlerin hepsi temenniden ibaret. Bakkal hesabı gibi iş yapılıyor. Yap-İşlet-Devret de karşılaştırmalı maliyet hesabı yapılmalı.’’

1980 yılında vazgeçilen altın frank uygulamasına geçildiği takdirde 55 kat daha fazla gelir elde edileceğini söyleyen emek, bu uygulamanın yanlış olduğunun, bu nedenle Montrö’nün bize verdiği haklardan daha az faydalandığımızın altını çizdi.

GÜNÜ KURTARIRKEN KENTİ ÖLDÜRMEYELİM

Kanal İstanbul Çalıştayı’nda, ‘Mekansal Planlama, Şehircilik ve Kültürel Miras’ oturumunu İBB Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Mehmet Çakılcıoğlu yönetti. Oturuma İTÜ Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Azime Tezer, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Tarık Şengül,ICOMOS Türkiye Milli Komitesi Başkanı YTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İclal Dinçer, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesinden Mücella Yapıcı, Mimar Dr. M. Sinan Genim ve Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Yiğit OZAR konuşmacı olarak katıldı.

KÜÇÜKÇEKMECE GÖLÜ’NÜ KORUYABİLİRİZ

İTÜ Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Azime Tezer, su ve hava kalitesinin düzeltmek için su kaynakları ve orman alanlarının oldukça önemli olduğunu belirtti. Kanal İstanbul’la birlikte 38 kilometrelik çok uzun bir kıyı dolgu alanı planlandığını söyleyen Tezer, çıkacak hafriyatın bunun için yeterli olmadığının altını çizdi. Küçükçekmece Gölü’nü koruyamayız gibi yanlış bir algının olduğunu ifade eden Tezer, ‘’Korursak göl daha iyiye gider’ dedi.

Yaşanabilir bir İstanbul için önceliğin tatlı su ve hava kalitesi olduğunu söyleyen Tezer, Kanal’ın bunları tehdit ettiğini belirtti. Tezer, ‘’ÇED Raporu’nda ekosistem etkileri net bir şekilde gözlemlenemiyor. Ayrıca kurum görüşleri de eksik. Bu şekilde günü kurtarırken kenti öldürmemeliyiz’’ diye konuştu.

PLANLAMA DEĞİL PROJECİLİK MANTIĞI

ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Tarık Şengül de Türkiye’nin her yerinin planlama mantığı ile değil, projecilik mantığıyla ele alındığına dikkat çekerek, şöyle konuştu:

“ABD’de 2050 için hazırlanan hedeflerin benzeri Türkiye’de 2023 için hazırlanmış. İkisi de çok benzer. İstanbul’un kuzeyinde yeni bir İstanbul kuruluyor. Aynı zamanda ABD için yapılan planda da ‘mega projeler yapmalıyız’ deniliyor. Batı’ya kafa tutuyoruz; ancak hiçbir zaman Batı’nın dışında kalamıyoruz. Bir yandan onlara erişme, yarışma gayreti var. Milli ve yerliliği konuşurken yapılan bütün projeler ABD kopyası. Bu projenin bedelini İstanbul ve Türkiye ödememeli.”

KANAL DEĞİL, YENİ VE KALİTELİ KENTSEL PEYZAJ

ICOMOS Türkiye Milli Komitesi Başkanı YTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İclal Dinçer ise arkeolojik mirasın yok oluşunu engellemek için arazi kullanım kararının değiştirilmesi gerektiğini söyledi. ‘’Arkeolojik alan başka bir yere taşınmamalı’’ diyen Dinçer, şöyle devam etti:

‘’Plan yapılırken çevreyi ve doğayı korumak ön planda olmalı. Yarımburgaz mağarası 1. ve 3. derece arkeolojk sit alanı, Baruthane Rsneli Çiftliği 3. Erece arkeolojik sit alanı, Region 1. Ve 2. derece arkeolojik sit alanı. Ağaçlı Köyü, Yarımburgaz Mağaralarından daha eski; ancak sit alanı olarak ilan edilmemiş. Bu bölge önemli bir arkeolojik değer. Bu alanlar Kanal’ın altında kalacak.’’

KANAL, YAŞAMI TEHDİT EDİYOR

Oturumda konuşan TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nden Mücella Yapıcı, proje için ‘garip kanal projesi’ tabirini kullandı. Yapıcı, “Bu projenin metodu, bütüncül bakış açısından yoksun, bilimsel olmayan bir metottur. 3. Köprü, 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul entegre projelerdir” dedi.

Terkos havzasının yaşam için en stratejik yer altı su deposu olduğuna dikkat çeken Yapıcı, bütüncül etkilerin bilerek gözden kaçırıldığını; bilimsel camia ve toplumun kasıtlı olarak aldatıldığını vurguladı. “Bu tavır dolandırıcılıktır. Cinayetin ortaya çıkmasını engellemektir” diyen Yapıcı, Projeden sadece İstanbul’un değil tüm Türkiye’nin etkileneceğini söyledi.

KANAL’IN ÖNCELİKLER ARASINDAKİ YERİ NEDİR?

Kanal İstanbul Projesi ve benzer projelerin Osmanlı döneminde birçok kez gündeme geldiğini söyleyen Mimar Dr. M. Sinan Genim de “Kanal’ın öncelikler arasındaki yeri nedir? Stratejik açıdan şart mıdır?” diye sordu. Genim, özgür düşünce ve bilince kulak verilmesini istedi.

Karadeniz ve Akdeniz kültürlerini birbirine bağlayan bir coğrafyanın söz konusu olduğunu belirten Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Yiğit OZAR ise arkeolojik kalıntıların yer aldığı kanal bölgesinin kültürel geçişler için önemli olduğuna vurgu yaptı.

KANAL İSTANBUL PARİS ANLAŞMASI’NA AYKIRI

“Kanal İstanbul Çalıştayı’nın” İBB Muhtarlıklar ve Gıda Daire Başkanı Ahmet Atalık yönetiminde gerçekleştirilen Çevresel Boyut; Tarım, İklim ve Ekoloji” başlıklı oturumunda, Kanalın İstanbul’a yaşatacağı ekolojik etkileri etraflıca değerlendirildi.

Oturuma, İstanbul Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi Toprak İlmi Ve Ekoloji Anabilim Dalı Prof. Dr. Doğan Kantarcı, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Murat Kapıkıran, Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Prof. Dr. Murat Türkeş, Sabancı Üniversitesi İklim Çalışmaları Koordinatörü Dr. Ümit Şahin İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden Doç. Dr. Sevim Budak konuşmacı olarak katılım gösterdiler.

KANAL İSTANBUL İKLİM POLİTİKALARINA UYMUYOR

Paris Anlaşmasına vurgu yapan ve anlaşmayı ilk imzalayan ülkelerden biri olduğunu hatırlatan Sabancı Üniversitesi İklim Çalışmaları Koordinatörü Dr. Ümit ŞAHİN, “Paris anlaşması gereği ülkeler iklim koruma politikası izleme sözü verdi” dedi ve Kanal İstanbul’un iklimle mücadele kapsamında kabul edilemez olduğunu söyledi.

İklim krizi nedeniyle eski tarz politikaları sürdüremeyeceğimizi belirten Dr. Şahin şöyle konuştu:

“Eğer eski tarz iklim politikalarının ne olduğunu merak ediyorsanız, Avusturalya’da bugün yaşanan yangınlara bakın. Paris Anlaşması tam anlamıyla uygulansa da uygulanmasa da, Türkiye dahil anlaşmanın altına imza atan bütün ülkelerin yükümlülükleri var. Dünya ekonomisi karbonsuzlaşıyor, fosil yakıtlardan uzaklaşıyor. 2050’lilere kader bu dünyanın gerçeği. Türkiye bu proje ile hafriyata dayalı, yüksek emisyonlu fosil yakıt ekonomiyi kalıcı hale getiriyor.”

ÇED Raporu’na eleştiri getiren Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Murat Kapıkıran şunları dedi:

“Kanal’ın yapılması durumunda karşılaşacağımız sorunların analizinin yapması gereken ÇED Raporu’nun bu konuda tek damla bile etki değerlendirmesi yok. Sadece mevcudun analizi var. Çevredeki mikroorganizmaların insan kadar değeri vardır. İnsan merkezli odaktan ekoloji merkezli odağa dönüşmeye başlamıştır. Kanal İstanbul, hiçbir ekolojik duyarlılık taşımamaktadır. 25 metre derinliğe kadar dolgu alanları yapılarak, deniz ekosistemlerinin bileşenleri yok edilecektir.”

Siyaset Bilimci Doç. Dr. Sevim Budak, Kanal projesinin siyasal mı yoksa ekolojik mi, ekonomik mi sorusuna cevap verilmesi gerektiğini söyledi. Budak, mevcut doğal yapının ekolojik koridor olarak kalmasını önerdi.

BİLİM İNSANLARINDAN ORTAK GÖRÜŞ:

“KANAL İSTANBUL’U YAPACAĞINIZA, İSTANBUL’U DEPREME HAZIRLAYIN”


İBB’nin düzenlediği, “Kanal İstanbul Çalıştayı’’ öğleden sonraki oturumlarla devam etti. İstanbul Kongre Merkezi’nin Emirgan Salonu’nda gerçekleştirilen “Afet Riski ve Depremsellik” oturumuna, alanında önemli isimler katıldı. Konuşmacılar, bilimsel verilerle ‘Kanal İstanbul’ projesinin İstanbul’a vereceği zararları anlattı. Oturumda konuşan Prof. Dr. Naci Görür, “Kanal depremi tetiklemez ama deprem kanalı ciddi şekilde etkiler. Güney kısımlarda son derece çürük, zayıf, yumuşak, killi, kabaran, şişen, dağılan, akan bir zemin var. Mühendislerin korktuğu bir zemin” dedi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), ‘Kanal İstanbul’un İstanbul’a vereceği zararları bilimsel verilerle kamuoyuna duyurmak için “Kanal İstanbul Çalıştayı’’ düzenledi. Alanında önemli isimler, projenin İstanbul’a vereceği zararları bilimsel verilerle gözler önüne serdi. İstanbul Kongre Merkezi’nde, sekiz ana başlıkta yapılan çalıştaylardan biri de Emirgan Salonu’nda düzenlenen “Afet Riski ve Depremsellik” oturumu oldu.

İBB Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı Tayfun Kahraman’ın moderatörlüğünde düzenlenen oturuma, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Jeofizik Mühendisliği Bölümünden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Eyidoğan, Ortadoğu Üniversitesi (OTDÜ) Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Balamir, İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümünden emekli ve Bilim Akademisi Kurucu Üyesi Prof. Dr. Naci Görür, TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Nusret Suna konuşmacı olarak katıldı.

KAHRAMAN: “ÇAĞIRDIK AMA GELMEDİLER”

Kanal İstanbul’a neden karşı olduklarını bilimsel verilerle anlatmak için bir araya geldiklerini belirten Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı Tayfun Kahraman, “Ayrım yapmadan herkesi davet etmeye çalıştık. Projeyi destekleyen bilim insanlarını da davet ettik ama gelen kimse olmadı” dedi.

GÖRÜR: “KANAL DEPREMİ TETİKLEMEZ AMA DEPREM KANALI CİDDİ ŞEKİLDE ETKİLER”

Konuşmacılar arasında ilk sözü alan İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümünden emekli ve Bilim Akademisi Kurucu Üyesi Prof. Dr. Naci Görür konuşmasına, “Benim söylemediğim ama bana atfedilen ‘kanal depremi tetikler’ şeklinde doğru olmayan bir ifade var. Hiçbir zaman böyle bir söz etmedim bu doğru da değildir. Kanal depremi tetiklemez ama deprem kanalı ciddi şekilde etkiler” diyerek başladı.

-KANAL EN ZAYIF HALKAYA YAPILIYOR-

Son günlerde en sık tartışılan konular arasında yer alan “Kanal depremi tetikler mi” tartışmasına ilişkin Görür şunları söyledi:

“Yok böyle bir şey. Ama bakalım kanal depremi nasıl tetikleyecek? Marmara’nın altındaki fay kılırsa en az 7.2 deprem üreteceğini düşünüyoruz. Bu depremi ilan ettik, bekliyoruz. Fay kırıldığında kanal 9 şiddetinde etkilenecektir. Kanal özellikle, Küçükçekmece- Marmara arasındaki en zayıf halkaya yapılıyor. Bu kesim depremden en şiddetli şekilde etkilenecek. Kanalın altında canlı fay yok deniliyor. Bu söylemi de olumlu anlamda kullanıyorlar. Ama gerçekten Marmara kısmında canlı fay yok mu? Araştırma gemileri ile yaptığımız çalışmalar sırasında Küçükçekmece’nin açıklarında kıta sahanlığında ana faya gelen fayların olduğunu tespit ettik. Bazıları canlı ve bunlar çok sığ da değil. En az 2-2.5 km derinliğinde. Bu bize neyi gösteriyor? Kanalın Marmara’ya bağlandığı yerin kıta sahanlığı parça parça faylarla kesilmiş durumda. Zafiyet zonu oluşmuş, bir zayıflık zonu oluşmuş. Asıl büyük canavar da burada. 9 şiddetinde etkilenecek demiştim ya bu faylar da harekete geçerse o kanalın Küçükçekmece ile Marmara arasını hangi güç hangi mühendislik yapısı tutar onu bilemiyorum. Ama yapılmaz mı? Japonlar yapıyor ama Japonlar da yıkılıyor. Belki yapılır ama neden bu kadar riski alalım? “

-MÜHENDİSLERİN KORKTUĞU BİR ZEMİN-

Büyükçekmece-Küçükçekmece arasındaki alanı “heyelan cehennemi” olarak belirten Görür, “Küçükçekmece civarında kazı yapıp oraların tabanıyla oynadığınız zaman yatırımlar yaparak ve inanılmaz önlemler alarak ancak topografyası yüksek zeminlerin kanal içine yürümesini engelleyebilirsiniz. Bu dediğim de daha deprem yokken olacaktır. Deprem ayrı bir parametre” diye konuştu.

Güney kısımlarda ise arazinin olumsuzluklarına değinen Görür konuşmasını şöyle sürdürdü: “Son derece çürük, zayıf, yumuşak, killi, kabaran, şişen, dağılan, akan bir zemin var. Mühendislerin korktuğu bir zemin. Daha kuzeye geldiğimizde son derece ayrışmış, dağılmış bir yapı var. Karadeniz’e geldiği zaman da güncel çökeller var. Genel anlamıyla bu kanal olabilecek en çürük en mühendislik bakımından sorunlu zeminlerden geçiyor. Zaten İstanbul’un zemin bakımından en sorunlu bölgesi de bu alan.”

EYİDOĞAN: “ÖNCELİK İSTANBUL’U DEPREME HAZIRLAMAK OLMALI”

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Jeofizik Mühendisliği Bölümünden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Eyidoğan, kanal kazısı sırasında yapılacak patlamalara dikkat çekti. Eyidoğan “ÇED raporunda diyor ki ‘her biri 19.96 tonluk atımla patlatma yapılacak. Bir atımda 57 bin ton hafriyat çıkarılacak.’ Bu 4 yıl sürecek. 4 yıl boyunca her gün 57 bin ton hafriyat çıkarılacak. 10 bin tona yakın dinamit patlatılacak bir atımda. Bu büyüklükte bir dinamit atımı sismik enerji olarak 3.8 büyüklüğünde depreme eş değer enerji çıkacak. Öncelik İstanbul’u depreme hazırlamak olmalı coğrafyamızı parçalayan kanala değil” dedi.

BALAMİR: “AKLIN VE BİLİMİN EGEMEN OLDUĞU YÖNETİM GELECEKTİR”

Kamuoyunda sıkça tartışmalara sebep olan ÇED Raporuna değinen Ortadoğu Üniversitesi (OTDÜ) Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Balamir, “Kapsamlı bir veri analizi gerekirdi. ÇED’de ancak bunun bir parçası olurdu. Elimizdeki o raporu defalarca katlayan analizler ve raporlar olmalıydı. Böyle bir süreç ise ancak aklın ve bilimin egemen olduğu bir toplumda, yönetim biçiminde gündeme gelebilecektir.”

Balamir ayrıca 1999’da yaşanan Büyük Marmara Depremi’nden ders çıkarılmadığını ve aralıklarla beklenen büyük İstanbul depreminin kendini hatırlattığını anlatarak şunları söyledi: “75 Milyar TL paramız varsa eğer, bu parayı İstanbul’un gelecekteki büyük depreme hazırlanması ve yıkım ve ölüm risklerinin azaltılması için harcamak yerine, neden bu kadim şehrin doğasını mahvedecek İstanbul Kanalı’na harcayalım?”

SUNA: “YANITIMIZ NETTİR. İSTANBUL’UN BÖYLE BİR PROJEYE İHTİYACI YOKTUR”

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Nusret Suna ise konuşmasında Kanal İstanbul’un neden yapılmaması gerektiğine dair harcanan enerjiye ve emeğe üzüldüğünü belirterek, “Akla zarar projeyi konuşmak ve neden yapılmaması gerektiğini yetkili mercilere anlatabilmek çok yorucu” dedi.

Suna sözlerini şöyle sürdürdü:

“Şehrimizde henüz depreme hazırlık yapılmamışken bizler açısından temel soru şudur; İstanbul’un ihtiyacı olan nedir? Kanal İstanbul kentin ihtiyaçlarını karşılayacak bir proje midir? Yanıtımız nettir. İstanbul’un böyle bir projeye ihtiyacı yoktur. İstanbul’un mevcut sorunları çözüm beklerken, nüfus yoğunluğunu iki katına çıkaracak Kanal İstanbul gibi projelere yönelmek kente taşıyamayacağı bir yük bindirmektir.”

-BU YÜK İSTANBULLULARIN OMUZUNA BİNECEKTİR-

Suna, Kanal İstanbul için harcanacak para ile ilgili de şüphelerinin olduğunu ifade eden Suna konuşmasını şöyle tamamladı:

“Kaldı ki rakam doğru olsa bile; böyle bir bütçenin kentsel yatırımlara yöneldiğini, altyapıya, ulaşıma, derelerin ıslahına, deprem önlemlerine, tarihsel değerlerin korunmasına, yeşil alanların çoğaltılmasına harcandığını düşünün. Açıkça, İstanbul’un daha yaşanılabilir bir kent olması yolunda epey bir mesafe kat edebilir. Bırakın böyle bir projenin sağlayacağı faydaları, Kanal İstanbul’a akıtılacak paraların bizleri yeni sorunlarla karşı karşıya bırakacağı açıktır. Projenin İBB bütçesine 35 milyar liralık bir yük getireceği, doğal olarak belediye çalışmalarının aksamasına yol açacağı şeklindeki iddia da ne yazık ki dayanıklıdır. Bu yükün yol açacağı yoksulluk ve yoksunluk İstanbulluların omuzuna binecektir.”

Tinder: Yalnızlığını birbirine emanet edenlerin toplanma alanı

/

İnsanların yalnız olmadığı ve her zaman yanlarında kendileri gibi birilerinin olduğu savı, derin bir kendini kandırmacadır. Sonsuza dek yaşayacağız, hiç ölmeyeceğiz gibi. Yalnız kavramının etimolojik kökeninde “yalın” kelimesi vardır. Herkes beğense de beğenmese de bal gibi yalnızdır işte.

“O zaman bu etrafımızdakiler kim bu elini tuttuğum ne” sorusu gelir hep bunu söyleyenlere. Gilbert Becaud “Yalnızlık Yoktur” şarkısında “köpekler için mi yapıldı bu kadar kulüpler” diye sorsa da orası yalnızlığın giderildiği değil, birilerine emanet bırakıldığı rehincilerdir aslında. Bir rehinciye gidersiniz ve o an daha çok ihtiyacınız olan bir şey için o an çok da ihtiyacınız olmayan bir şeyi bırakırsınız. İşte Gilbert Becaud zamanının kulüpleri, bu zamanların Tinder gibi sosyal medya uygulamalarının varlık amaçları bu rehinciler olmaktır.

İnsanlar bu uygulamayı indirip biraz çekingen bir biçimde bu rehinciden içeri girerler. Amaç yalnızlıklarını rehin bırakıp birilerini alabilmektir oradan. Bazen birilerini oradan alabilmek için yalnızlıkları yetmez, onun yanında gururlarının bir parçasını, sahip oldukları değerleri, hayatlarının bir parçasını da vermeleri gerekebilir.

Yalnızlığın evreleri vardır: Birinci evre inkardır. İnsanlar yalnız olmadıklarını düşünürler ve etraflarındaki her birey ve eşyanın yalnızlıklarını aldığını söylerler. Telefonundaki oyun, veri transferi sonucunda karşısına çıkan bir takma isim, saatler sonra cevap verilen bir mesaj onların yalnızlığını alan çıktılardır. Aslında baz istasyonlarından geçen sinyaller kadar soğuktur orada gördükleri ve yazıştıkları takma isimler. Aslında kendi kıçını yalayarak günün büyük bir bölümünü uyuyarak geçiren bir hayvandır kedi. Aslında birinin yalnızlığından kurtulma ve birileri tarafından beğenilme umuduyla yazdıklarıdır o kitaplar. Ama bu ilk evre yalnızlık böbreklere vuruncaya kadar geçen bir inkar sürecinden başka bir şey değildir.

Sonra kızgınlık ve öfke gelir. Beraberken dahi yalnız olduğunu düşündürten yanındaki insandan başlar bu öfke ve yalnızlığa neden olan faktörlerin yedi göbek sülalesine sövmeye kadar gider.

Sonra belki de yalnızlığın en patetik kısmı, pazarlık başlar. Yalnızlıktan kurtulmak için kendiyle, dünyayla ve hatta bizzat yalnızlık kavramının kendisiyle pazarlık etmeye başlar insan. Haydi şununla birlikte olmak için olmadığım bir insan kılığına gireyim der, asla yapmayacağım şeyleri yapayım der, yapmak istemediği şeyleri kabullenmeye başlar.

Yalnızlığın bununla giderilemediğinin anlaşıldığı durumda ise depresyon başlar. Depresyon, çaresizliğin dışa vurumudur aslında. Bir noktaya kadar her şeyi yapabileceğini düşünen bir kişinin yüzüne gerçekleri kabullen(e)meme safhasıdır. Maratonu bitireceğinden emin olan bir kişinin son üç kilometrede ayaklarını saran sancının, kesilen nefesinin, vücudunu saran ateşin ve kalp ağrısının yarattığı birkaç saniyelik çaresizliğin uzun zamana yayılmış halidir. Sancı, nefes kesilmesi, vücudu saran ateş ve kalp ağrısının günlere aylara yayıldığını düşünün. İşte ona ben depresyon diyorum. Doktorların muhtemelen farklı teknik terimlerle süslü depresyon tanımları vardır.

Ve en sonunda kabullenme evresi başlar. İnsan yalnız olduğunun bilincine varır ve bunu olduğu gibi kabullenerek yalnızlık konusunda yazılar yazmaya başlar.

Okumuş yazmış insanlar bu evrelerin aslında yas tutma evreleri olduğunu hemen hatırlayacaktır. Evet yas tutan insanların bu evrelerden geçtiği söylenir hep.

Ama yalnızlığın bir çeşit kalıcı yas tutmak olmadığını söyleyecek bilimsel araştırmalar var mı ki etrafımızda?