admin

Yapay zeka istemezük diyenlerin acınası durumu

Yapay zeka hayatımıza girdiği andan itibaren hemen karşıtlığını doğurdu. İnsanlar onun ne kadar kötü olduğunu ne kadar bize zarar vereceğini söyleyip durdular. Kimse niye icat edildiğini, ne işe yarayacağını anlatmadı. Yapay zekanın tarihçesini beraber inceleyelim…

Sayesinde Wi-Fi kullandığımız Hollywood yıldızı

Hedy Lamarr (9 Kasım 1914 – 19 Ocak 2000), Avusturya doğumlu Amerikalı bir aktris ve mucitti. Gerçek adı Hedwig Eva Maria Kiesler olan Lamarr, Hollywood’un Altın Çağı’nda önemli bir film yıldızıydı ve güzelliğiyle ün kazandı.

Hedy Lamarr, sadece başarılı bir oyuncu değil, aynı zamanda ciddi bir mucitti. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Lamarr ve besteci George Antheil, düşmanların güdümlü torpidolarını engellemek için bir frekans atlamalı spektrum yayılımı yöntemi geliştirdi. Bu buluş, 1942’de “Gizli İletişim Sistemi” adıyla patentlendi ve aslen askeri amaçlar için tasarlandı. Bu teknoloji, modern kablosuz iletişim sistemlerinin temelini oluşturan ve şu anda Bluetooth, Wi-Fi ve GPS gibi sistemlerde kullanılan yayılım spektrum teknolojisinin öncüsüdür.

Hedy Lamarr, mucit olarak önemli bir miras bırakmasına rağmen, hayatının çoğu boyunca bu başarılarından dolayı tanınmadı. 1997’de, Electronic Frontier Foundation tarafından verilen özel bir ödülle nihayet icatlarından dolayı takdir edildi ve kablosuz iletişim dünyasında büyük bir etkisi olduğu kabul edildi.

Frekans atlamalı spektrum (FHSS), yayılım spektrum modülasyon tekniklerinden biridir. Bu teknik, bir sinyalin enerjisini geniş bir frekans bandı üzerinde yayarak iletimi gerçekleştirir. Frekans atlamalı spektrum, veri iletimi sırasında belirli bir zaman aralığı için belirli bir frekans kullanır ve sonra diğer bir frekansa geçer. Bu süreç, iletim boyunca sürekli olarak gerçekleştirilir ve belirli bir düzende veya rastgele olabilir.

Frekans atlamalı spektrumun avantajları şunlardır:

  1. Gürültü ve parazit direnci: FHSS, geniş bir frekans spektrumu üzerinde enerji dağıttığı için, dar bant gürültüsü ve parazitlerden daha az etkilenir. Bu, daha güvenilir bir iletim sağlar.
  2. İzinsiz erişim ve dinlemeye karşı güvenlik: İletişimin frekans atlamalarının düzeni bilinmedikçe, izinsiz kullanıcılar sinyali takip etmekte ve dinlemekte zorlanır. Bu nedenle, frekans atlamalı spektrum, iletişim güvenliğini artırır.
  3. Spektrum kullanımı: FHSS, farklı kullanıcıların aynı spektrum bandını paylaşmasına olanak tanır. Bu, spektrumun daha etkin kullanılmasına ve daha fazla kullanıcının aynı anda iletişim kurabilmesine katkıda bulunur.

Frekans atlamalı spektrum teknolojisi, kablosuz iletişimde, askeri iletişim sistemlerinde ve endüstriyel kontrol sistemlerinde kullanılır. Ayrıca, Hedy Lamarr ve George Antheil tarafından geliştirilen orijinal frekans atlamalı spektrum yayılımı konsepti, günümüzde Bluetooth, Wi-Fi ve GPS gibi kablosuz iletişim sistemlerinde kullanılan teknolojilere öncülük etmiştir.

Çocuklara politik mesajlar veren Oz Büyücüsü

“Oz Büyücüsü” (The Wizard of Oz) L. Frank Baum tarafından yazılan bu çocuk edebiyatı klasiği, 1900 yılında yayımlanmıştır. Kitap, Dorothy adlı küçük bir kızın yaşadığı fantastik maceraları anlatır. Dorothy, eviyle birlikte Kansas’tan gizemli ve renkli Oz ülkesine sürüklenir. Burada, Scarecrow (Korkuluk), Tin Woodman (Teneke Orman Adamı) ve Cowardly Lion (Korkak Aslan) adlı üç yeni arkadaşıyla tanışır. Birlikte, Oz Büyücüsü’nden yardım istemek için Sarı Taşlı Yol’u takip ederler. Kitap, dostluk, cesaret ve evin değeri gibi temaları ele alır. Bu hikâye, zaman içinde birçok uyarlama, devam hikâyesi ve yan hikâyeye ilham vermiştir. En ünlü uyarlaması ise 1939 yapımı “The Wizard of Oz” adlı filmidir.

L. Frank Baum (1856-1919), Amerikalı bir yazar olup birçok kitap yazmıştır. En ünlü eseri “Oz Büyücüsü” olmasına rağmen, başka romanlar ve hikâyeler de yazmıştır. İşte bazı önemli eserleri:

Oz serisi:

  • The Wonderful Wizard of Oz (Oz Büyücüsü) (1900)
  • The Marvelous Land of Oz (Oz Diyarında) (1904)
  • Ozma of Oz (Oz’un Ozması) (1907)
  • Dorothy and the Wizard in Oz (Dorothy ve Oz Büyücüsü) (1908)
  • The Road to Oz (Oz’a Giden Yol) (1909)
  • The Emerald City of Oz (Oz’un Zümrüt Şehri) (1910)
  • The Patchwork Girl of Oz (Oz’un Yama Kızı) (1913)
  • Tik-Tok of Oz (Oz’un Tik-Tok’u) (1914)
  • The Scarecrow of Oz (Oz’un Korkuluğu) (1915)
  • Rinkitink in Oz (Oz’da Rinkitink) (1916)
  • The Lost Princess of Oz (Oz’un Kayıp Prensesi) (1917)
  • The Tin Woodman of Oz (Oz’un Teneke Orman Adamı) (1918)
  • The Magic of Oz (Oz’un Büyüsü) (1919)
  • Glinda of Oz (Oz’un Glinda’sı) (1920)

Diğer kitaplar:

  • Mother Goose in Prose (1897) – Çocuk hikâyeleri derlemesi
  • Father Goose: His Book (1899) – Çocuk şiirleri derlemesi
  • The Life and Adventures of Santa Claus (1902) – Noel Baba’nın yaşamı ve maceralarını anlatan bir hikâye
  • The Enchanted Island of Yew (1903) – Fantastik bir roman
  • The Sea Fairies (1911) – Deniz perilerinin hikâyeleriyle ilgili bir çocuk romanı
  • Sky Island (1912) – Bir fantastik macera romanı

Baum ayrıca, bir dizi takma ad kullanarak daha fazla kitap ve hikâye yazmıştır.

L. Frank Baum (Lyman Frank Baum) 15 Mayıs 1856’da New York’ta doğmuştur ve 6 Mayıs 1919’da ölmüştür. Amerikalı bir yazar, şair, oyun yazarı ve gazeteci olan Baum, en çok “Oz Büyücüsü” ve ardından gelen “Oz” serisiyle tanınır.

Baum, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukken evde özel eğitim aldı ve daha sonra Peekskill Askeri Akademisi’ne katıldı. Ancak, sağlık sorunları nedeniyle okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Genç yaşta yazmaya ve tiyatroya ilgi duyan Baum, 1880’lerde birkaç oyun yazdı ve oyunlarda rol aldı.

Baum, 1882’de Maud Gage ile evlendi ve dört çocuğu oldu. Ailesini desteklemek için çeşitli işlerde çalıştı, ancak bazı girişimler başarısız oldu. Bu dönemde, Baum’un ilgi alanları ve deneyimleri, yazılarına ilham kaynağı oldu.

Baum’un yazarlık kariyeri, “Mother Goose in Prose” (1897) adlı eseri ile başladı. Daha sonra, “Father Goose: His Book” (1899) adlı şiir derlemesi büyük başarı elde etti. Bu başarı, “Oz Büyücüsü” (1900) adlı kitabını yazmaya teşvik etti. Kitap, büyük bir başarı kazandı ve ardından gelen “Oz” serisini yazmaya devam etti.

Baum, “Oz” serisindeki kitapların yanı sıra, bir dizi başka kitap, öykü ve oyun yazdı. Ayrıca, birkaç farklı takma ad kullanarak yazdı ve o dönemde popüler olan farklı türlerde eserler kaleme aldı.

L. Frank Baum, Kaliforniya’da 6 Mayıs 1919’da öldü. “Oz” serisi ve diğer çalışmaları, Amerikan çocuk edebiyatının önemli bir parçası olarak kabul edilir ve günümüzde hâlâ büyük ilgi görmektedir.

L. Frank Baum’un “Oz” serisinde geçen kavramlar ve unsurlar, dönemin sosyal, politik ve ekonomik durumlarına göndermeler yapar. İşte bazı anahtar kavramlar ve gerçek hayattaki bağlantıları:

Sarı Taşlı Yol: Sarı Taşlı Yol, Dorothy ve arkadaşlarının Oz Büyücüsü’ne ulaşmak için takip ettiği yol olarak anlatılır. Bu yol, Amerika’daki altına hücum dönemi ve altının ekonomik değerine gönderme yapabilir. Ayrıca, bir hedefe ulaşmak için çıktıkları zorlu yolculuğun bir simgesi olarak da görülebilir.

Teneke Orman Adamı: Teneke Orman Adamı, insanlığını kaybeden ve kalbine yeniden kavuşmak isteyen mekanik bir karakterdir. Bu karakter, sanayileşme ve insanın teknoloji karşısındaki konumuna dair bir gönderme olarak yorumlanabilir. Ayrıca, teneke işçiliğinin ve Amerikan sanayisinin büyümesine de gönderme yapabilir.

Korkuluk: Korkuluk, bir beyin arayışında olan bir karakterdir. Bu, o dönemde Amerika’da eğitimin önemine ve halkın bilgi ve beceri kazanma arzusuna gönderme yapabilir. Ayrıca, Korkuluk, tarımsal yaşamın ve çiftçilerin temsilcisi olarak görülebilir.

Korkak Aslan: Korkak Aslan, cesaret arayışındaki bir karakterdir. Bu, dönemin politik ve sosyal değişimlerine gönderme yapabilir ve insanların kendi içlerindeki cesareti bulma ihtiyacını vurgular.

Oz Büyücüsü: Oz Büyücüsü, güçlü ve korkutucu bir lider olarak betimlenir, ancak sonunda bir sahtekâr olduğu ortaya çıkar. Bu, dönemin politik liderlerine ve onların görünüşteki gücüne gönderme yapabilir. Ayrıca, insanların kendi içlerindeki gücü keşfetmeleri ve başkalarına güvenmemeleri gerektiği mesajını iletmektedir.

Cadılar ve sihir: “Oz” serisindeki iyi ve kötü cadılar, insan doğasının farklı yönlerini temsil eder. Bu, insanların kendi içlerindeki iyilik ve kötülüğü anlamaları ve dengeli bir yaşam sürmeleri gerektiğine dair bir gönderme olarak görülebilir.

J. Edgar Hoover: İstihbaratın başına puşt getirirseniz ne olur?

John Edgar Hoover, Amerika Birleşik Devletleri’nin en uzun süre görev yapan ve en etkili Federal Soruşturma Bürosu (FBI) direktörü olarak tanınır. Hoover, 1924’ten 1972’deki ölümüne kadar bu görevi sürdürdü ve bu süre zarfında büyük bir güç ve etki birikimi sağladı.

1 Ocak 1895’te Washington’da doğdu. George Washington Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı ve 1917’de mezun oldu.

1917’de Adalet Bakanlığı’nda çalışmaya başladı ve kısa sürede yükseldi. 1924’te, o zamanlar “Bureau of Investigation” (Soruşturma Bürosu) olarak bilinen FBI’ın direktörü olarak atandı.

Hoover, direktör olarak görev aldıktan sonra, büroda büyük değişiklikler yaptı ve modern bir federal soruşturma ajansı haline getirdi. Bu dönemde, FBI ajanlarının eğitimi, profesyonelliği ve verimliliği önemli ölçüde arttı.

1930’larda, Hoover ve FBI, Amerika’daki organize suçlarla ve gangsterlerle mücadelede önemli rol oynadı. Bu dönemde, ünlü suçlular Al Capone, John Dillinger ve Bonnie ve Clyde gibi isimler yakalandı ve adalet önüne çıkarıldı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, Hoover, ABD içindeki casusluk faaliyetlerine ve komünist tehdide karşı mücadeleyi yoğunlaştırdı. Bu dönemde, COINTELPRO gibi gizli operasyonlar ve siyasi aktivistleri, sivil haklar liderlerini ve Hollywood çalışanlarını hedef alan soruşturmalar başlatıldı.

Eleştiriler ve tartışmalar: Hoover’ın görev süresi boyunca, yöntemleri ve bazı politikaları eleştirildi ve tartışıldı. Özellikle, sivil haklar lideri Martin Luther King Jr.’ı hedef alan ve Hollywood Onu soruşturmaları gibi olaylar, Hoover’ın yöntemlerinin etik ve yasal sınırları aşmasıyla ilgili soruları gündeme getirdi.

Hoover, 2 Mayıs 1972’de Washington, D.C.’de 77 yaşında öldü. Ölümünden sonra, Hoover’ın eylemleri ve yöntemleri eleştirilerin ve soruşturmaların odağı oldu.

Çok çirkin şeyler yaptı hayatı boyunca. Bence en çirkini, Martin Luther King’e FBI tarafından  yazılan ama yazıldığı hep reddedilen şu mektuptu:

KING,

Düşük notunuz göz önüne alındığında… Adını ya bir Bay ya da bir Başrahibe ya da bir Dr. ile onurlandırmayacağım. Ve soyadın sadece VIII.

King, kalbine bak. Biliyorsun ki, tüm zenciler için tam bir sahtekar ve büyük bir sorunsun. Bu ülkedeki beyazların da kendi sahtekarlıkları var ama eminim ki şu anda durumunuzu eşitleyecek hiçbir yerde bir tane örnek yok. Sen din adamı değilsin ve olmadığını da biliyorsun. Sana muazzam bir sahtekarlık ve uğursuz, berbat bir şey olduğunu tekrar ediyorum. Tanrı’ya inanıyor olamazsın… Açıkçası hiçbir kişisel ahlaki ilkeye inanmıyorsun.

King, tüm dolandırıcılar gibi sonun yaklaşıyor. En büyük liderimiz olabilirdin. Erken yaşta bile lider değil, çözünmüş, anormal ahlaki bir embesil oldun. Şimdi karakter adamı olan Wilkins gibi eski liderlerimize güvenmek zorundayız ve Tanrı’ya şükürler olsun ki onun gibi başkaları da var. Ama bitti. “Fahri” derecelerin, Nobel Ödülün (ne korkunç bir saçmalık) ve diğer ödüller seni kurtaramaz. King, senin için her şeyin bittiğini tekrar ediyorum.

Hiç kimse gerçeklerin üstesinden gelemez, senin gibi bir sahtekarbile… Tekrar ediyorum – hiç kimse gerçeklere karşı başarılı bir şekilde tartışamaz… Şeytan bundan daha fazlasını yapamazdı. Ne inanılmaz kötülük… King, işin bitti.

Amerikan halkı, yardım eden kilise örgütleri – Protestan, Katolik ve Yahudiler seni, kötü, anormal bir canavar olarak tanıyacak. Seni destekleyenler de öyle. Artık bittiniz.

King, yapabileceğin tek bir şey kaldı. Ne olduğunu biliyorsun. Bunu yapmak için sadece 34 günün var (bu kesin sayı belirli bir nedenden dolayı seçildi, kesin pratik önemi var). Bittin. Senin için tek bir çıkış yolu bulunuyor. Kirli, anormal ve hileli benliğin ulusa bağlı olmadan önce onu kendin alsan iyi olur.

Mektup, 1964 yılında Hoover tarafından anonim olarak gönderildi ve daha sonra FBI tarafından hazırlandığı ortaya çıktı. Mektubun amacı, King’i itibarsızlaştırmak ve onu intihara teşvik etmekti.

King mektubu aldığında, Hoover ve FBI’ın arkasında olduğunu düşündü ve mektubu siyasi baskı ve tehdit olarak gördü. Mektup, FBI’ın King’e ve Amerikan sivil haklar hareketine karşı düşmanca bir tutum sergilediğini gösterdi. O dönemde, King’in hareketi Amerika’da büyük sosyal değişimler başlatmıştı ve onun liderliği, ırkçılık ve ayrımcılığa karşı mücadeleyi güçlendirmişti.

Bu olay, FBI ve Amerikan hükümetinin sivil haklar liderlerine karşı nasıl bir tutum sergilediğinin önemli bir örneği olarak tarihe geçmiştir. Bu mektup, aynı zamanda Amerikan tarihi ve siyasetindeki güç dengeleri ve etik tartışmalar açısından önemli bir dönüm noktasıdır.

Doktor House ve Sherlock Holmes Karşılaştırması

Doktor House televizyonların en sevilen ve izlenen dizilerinden biri oldu. Bir doktorluk dizisi gibi gözükse de temelde bir dedektiflik dizisiydi. Suçluları yakalamaya çalışan dedektifler yerine hastalık belirtilerini yakalayıp hastalı iyileştirmeye çalışan süper zeki doktor House vardı. Gregory House bu dizi için yaratılmış bir karakter değildi aslında. O bu dedektiflik dizilerinin en iyisi Sherlock Holmes’e her açıdan selam çakan, onun bakış açısıyla hayata geçirilmiş biriydi. İşte Sherlock ve Gregory arasında benzerlikler…

Camilerde vaaz vermek ve ülkenin ilk partisini kurmak isteyen kadın: Nezihe Muhiddin

1923 yılında henüz cumhuriyetin ilan edilmediği dönemde Nezihe Muhiddin ve on üç kadın arkadaşı, kadın hakları için bir kadın komitesi toplamaya karar verdi

Hazırlıkları Nezihe Muhiddin’in evinde süren komitenin ilk toplantısı, 15 Haziran 1923’te Darülfünun Konferans Salonu’nda gerçekleşti.

Toplantıda “Kadınlar Halk Fırkası” adıyla siyasi bir parti kurma kararı alındı. Partinin programı o dönemki basında yer aldı. Cumhuriyet Halk Fırkasının kurulmasına daha üç ay vardı

Kuruluş dilekçesine sekiz ay sonra ret yanıtı geldi.

Sebep “1909 tarihli seçim kanuna göre kadınların siyasi temsilinin mümkün olmamasıydı”

Bunun üzerine Kadınlar Halk Fırkası, Türk Kadınlar Birliği adında bir derneğe dönüştü.

Amacı “Kadınlığı düşünsel ve sosyal alanlarda yükselterek modern ve olgun bir düzeye eriştirmekti”

Birliğin başkanlığını Nezihe Muhiddin üstlenmişti.

1925’te kendi imkânlarıyla “Türk Kadın Yolu” dergisini kurmuş ve bu dergi 30 sayı çıktı.

Dergi genel olarak kadınların siyasal taleplerinin duyurulmasını kapsayan içeriği ile Cumhuriyetçi bir söylemle yayın yaptı. dergi iki yıl boyunca hükûmetten de 300 lira yardım aldı. 

1925 yılında henüz kadınların siyasal haklarının tanınmamış olmasına rağmen Türk Kadınlar Birliği tarafından Nezihe Muhiddin, Halide Edip ile birlikte milletvekilliği için aday gösterildi. Amaç, seçimler sırasında konuyu gündeme getirerek kamuoyunu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kadınlara oy verme hakkı için etkilemekti fakat adaylıkları kanunlar gereği reddedildi. 

O sırada devam eden Şeyh Said İsyanı kadınların siyasi taleplerini ertelemek için bir sebep oldu

Peki kimdi Nezihe Muhiddin?

1889 yılında İstanbul’da Kandilli’de Zehra Hanım ile savcı ve ceza hâkimi Muhiddin Bey’in kızı olarak dünyaya geldi. 

Evde özel öğrenim gördü. Farsça, Arapça, Almanca, Fransızca öğrendi.

İlk gençlik yıllarından itibaren siyasi ve sosyal konulara, kadınlık durumuna duyarlı birisi olarak yetişti.

Dayısının kızı Nakiye Hanım ile annesinin edebiyat ve toplumsal sorunlar üzerine yaptıkları tartışmalar, Nakiye Hanım’ın evde düzenlediği toplantılar, ilerideki düşüncelerinin ilk tohumlarını attı

1909 yılında Maarif Nezareti’nin sınavının kazanıp Kız İdadi Mektebi’nde fen dersi öğretmeni olarak çalışmaya başladı.

Aynı okulda ders veren Halide Edib’le, Muallim Nakiye Hanım ve bir okulda müdürlük yapan Şükûfe Nihal ile bu ortamda tanıştı.

İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi’ne müdürlük yaptı; jimnastik, lisan, piyano, biçki-dikiş derslerinin öğretmenliğini üstlendi. Daha sonra Selçuk Hatun Sultanisi, Kız Hayat Mektebi ve İzmir Hilal Sultanisi müdürlüklerinde bulundu.

Savaş zamanı okulunu dikimevine dönüştürdü,

İlk Tedavi Hastanesi’nde öğrencileriyle birlikte hastabakıcılık yaptı

Okul dışında, kadın hakları için yürüttüğü faaliyetlere ara vermeden devam etti. Çalışma hayatına başladığı yıl Sabah, İkdam gibi gazetelerde sosyoloji, pedagoji, psikoloji konularında ilk makaleleri yayımlanmaya başladı.

İlk evliliğini Muhlis Bey ile yaptı. Kısa süren bu evliliğin ardından belediye şirketler komiseri Memduh Tepedelengil ile yaptığı ikinci evliliğinden ise Malik adında bir oğlu oldu.

Edebi yaşamı boyunca ikinci evliliğinin soyadını değil, babasının soyadı olan Muhiddin’i kullandı

Bu sırada kendini edebiyata veren Nezihe Muhiddin, kadınların sorunlarını işleyen, evliliklerde erkeklerin tutumlarını eleştiren romanlar yazdı.

İlk romanı “Şebâb-ı Tebah” (Kaybolan Gençlik) 1911 yılında yayımlandı. Hayatı boyunca 20 roman, 300 kadar öykü, piyes, operet, senaryo kaleme aldı. 

Goethe ve Edgar Allen Poe gibi dünya yazarlarından çeviriler yaptı.

1913’te bir hayır kurumu olan “Türk Hanımları Esirgeme Derneği”’nin kuruluşunda yer aldı ve ilk yıllarda derneğin sekreterliğini üstlendi. Aynı dönemde Osmanlı donanmasını desteklemek için kurulan Donanma Cemiyeti’nin Kadınlar Şubesinin de kurucuları arasında yer aldı.[4] Ancak hayır işleri ile uğraşırken bir yandan da kafasındaki esas mesele, kadınların siyasi hayata katılması ve birliği idi.

İstanbul’un işgalinin ardından toplanan Milli Kongre’nin delegeleri arasında yer aldı

Savaştan önce oldukça zorlu giden hayatı savaştan sonra da çok kolay geçmedi.

Parti çalışmaları ve kadın derneğinin ardından siyasete girmeyi çok istedi.

25 Mart 1927 günü Türk Kadınlar Birliği’nin merkezinde toplanan kongrede Nezihe Muhiddin’e karşı bir muhalefet başlamıştı.

Üyelerden birkaçı basına, CHF’ye, Valiliğe ve Emniyet’e mektup yazarak Nezihe Muhiddin’in yolsuzluk yaptığını, kongrede seçimlerde yapılan usulsüzlükler nedeniyle Kadınlar Birliği’nin gayrikanuni ilan edilmesi gerektiğini iddia ettiler.

Ancak Nezihe Muhiddin hemen bir basın toplantısı düzenleyerek bütün iddiaları reddetti. Yeni program valilikçe onaylandı, yolsuzluk iddiaları da asılsız çıktı. 1927 seçimleri için çalışma başladı.

Nezihe Muhiddin’in Kadınlar Birliği tarafından kamuoyuna adaylığı açıklanan dört adaydan birisi oldu. Alınan olumsuz tepkiler üzerine Birlik, Temmuz ayında aday göstermekten vazgeçtiklerini açıkladı ancak seçme ve seçilme hakkı için kampanya temmuz ayı boyunca sürdürüldü.

Ağustos ayında valilik, cemiyet merkezinin polis tarafından aranması için emir çıkardı ve vilayetin suçlamasına cemiyetin içinde muhaliflerin de katılmasıyla Nezihe Muhiddin için yolsuzluk iddiaları yeniden gündeme geldi.

26 Eylül 1927 tarihli Kongre’de Saime Hanım birliğin yeni başkanı olarak seçildi ve Nezihe Muhiddin, birlikten ihraç edildi.

Valilik ve Türk Kadınlar Birliği tarafından birbiri ardına açılan yolsuzluk, sahtekarlık davalarından 1929 yılındaki Af Kanunu ile kurtulabildi.

Kişisel itibarı zedelenen Muhiddin, bir suskunluk dönemine girdi. Evinde yakın dostlarıyla aylık çay toplantıları yapmayı sürdürdü. Geçimini öğretmenlik yaparak, roman yazarak kazandı. 1929’da Gazi Osmanpaşa Erkek Orta Mektebi’ne tayin edildi ve bu okuldan emekliye ayrıldı

5 Aralık 1934 günü Meclis kadınlara seçme ve seçilme hakkını veren kanun değişikliğini kabul edildiğinde Nezihe Muhiddin, seçme ve seçilme hakkının verilmesinden sonra 1935’teki ilk seçimde İstanbul’dan bağımsız aday oldu.

1958 yılında İstanbul’da bir akıl hastanesinde hayatı kaybetti.

Bir kalp, baypas ve iyileşme hikayesi

/

Çocukluktan beri “günün birinde kalp sorunu olabilir” stresiyle yaşamayanlar bilmezler bu durumu. Herkes normal normal yaşarken benim niye kalp krizi riskim olsun ki? Çünkü göbeğim var, çünkü orantısal olmayan bir vücut formasyonum var (büyük göbek kısa boy gibi) boy kilo dengesi diye bir şey yok, aile geçmişinde 60 yaşını gören erkek yok, kadınlı erkekli kalp sorunu olmayan yok…

Bütün bunlar bana her zaman ve daima günün birinde kalple ilgili sorun olabileceğini söyleyip durdu. İnsan psikolojisi o kadar enteresan ki bir noktada bu fikre alışıp benimsiyorsunuz. Hani biri size gelip öleceksin dese “ha öyle mi ya tüh… neyse ne yapalım” der misiniz? İnsan diyor. Madem kimse 55’in üstünü göremiyor, o zaman o zamana kadar iyi yaşayalım. Gerisini salla gitsin.

Mantıklı ve doğru bir insanın bu noktada şunu demesi lazım: “Ya bu kadar insan niye ölüp gidiyor? Bunun bir kurtuluş yolu yok mu?” Ben bunu demedim. Hatta her nasılsa sürekli geçerliliğini bildiğim tıp kurallarıyla kavga haline girdim. Kolesterol yüksek ama bilmem ne… Göbek çevresi geniş ama bilmem ne… Kalp ritminde sorun var ama bilmem ne… Sigara içiyorum ama bilmem ne…

Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bir noktaya kadar cidden sorunlardan kaçılabileceğini umdum. Ama bir nokta vardı ki artık kaçmak imkansız oldu. O nokta en az 30 sene önce birlikte olmamız gereken ama olamadığımız, 50 sene daha beraber geçirmeniz gereken bir insanla tanıştım ve bu işi halletmek kaçınılmaz oldu.

Doktor seçimi için atılması gereken adımları size “kendi tercihlerimden” yola çıkarak anlatmak istiyorum:

  • Öncelikle doktora daha çok inanmak için doktorun sizi ismen tanımayan biri olması bana çok mantıklı geldi. Sizi tanıyan insanlar yüzünüze “ölürsün vallahi” derse inandırıcı olmuyor.
  • Kalp için seçeceğiniz doktorun cerrah olmaması bana daha mantıklı geldi. Çünkü getireceği önerileri kendinin sizi ameliyat etmesi için getirmediğini bilmek insana daha iyi geliyor. Bunu söylerken sakın kimse diğer doktorlar böyle yapıyor dediğimi düşünmesin. Sadece bilen bilir çok paranoyak bir insanım ve bu yolu seçmek daha iyi geldi.
  • Doktor seçiminde beni en çok zorlayan şeylerden biri onun konumu oldu. Çok iyi doktorlar tanıdım, mükemmel insanlardan randevu alma şansına eriştim. Ama eğer doktor her zaman ve düzenli ulaşabileceğiniz bir yerde değilse o doktorla olmuyor. Ne kadar iyi olsa da ne kadar huylarınız uyuşsa da olmuyor. Çat kapı gidilebilecek bir doktor veya her hafta randevu alabileceğiniz bir doktor doğru doktor. Diğerleri çok zorlu süreçler getiriyor.
  • Doktor dediğimiz kişinin en önemli özelliği, sizi para makinesi ya da bir süreliğine başını ağrıtacak biri gibi görmemesi olmalı. Bunu hissettirmesi bile yeter.

Şimdi gelelim işin tahliller tarafına… Bu sizin için “gittik kan verdik bitti” kadar basit bir şey olabilir ama gerçekten de öyle değil…

  • Kalbinize neler olup bittiğini anlamanız için yapmanız gereken birçok tahlil var. Bunların başında elbette kan tahlilleri silsilesi geliyor. Kan tahlillerinin en önemli tarafı anlaşılmaz sayı ve isimlerden oluşuyor olması. Buradaki rakamların alt ve üst limitleri var. O limitlerin ortalarındaysanız hayat size güzel. Limitlerin dışında yaşıyorsanız işte orada panik değil akıllı olmak gerekiyor. Çünkü bu rakamların yüksek ya da düşük olmasının sizin aklınızın tahayyül edemeyeceği binlerce sebebi olabilir. O rakamlardan birinin yüksek çıkmasının sebebi kanser de olabilir o hafta geçirmekte olduğunuz nezle de… Yorumlamaya kalkmayın. O rakamlara bakmayın. Hele internete hiç girmeyin elinizde o rakamlarla. Orada sizi manyak yapmak isteyen insanlar var çünkü. O rakamları göstermeniz gereken tek kişi doktordur. Bu tartışmaya açık değildir.
  • Genellikle kalp tanısına giden yolda testler çok basit ve yapması kolay. Ben sizin yerinizde olsam bu testlerin neler olabileceğini bilen aile hekimime gider, ondan testleri yazmasını ister, bunları bir devlet kurumunda yaptırarak neredeyse bir aylık asgari ücret kadar kara geçerdim. Über özel hastaneyle mahalle dispanseri arasında sonuç değişikliğini doğrulayabilecek bir teknoloji farkı yok.
  • Bir üst seviye tahlillere geldiğimizde artık özel hastane seçeneğini daha çok değerlendirmeniz lazım. Mesela benim en çok beğendiğim testlerden biri sanal anjiyo adını verdikleri bir sistemdi: Aslında BT Scan de denen bilgisayarlı tomografi bu. Damarları ve kalbi üç boyutlu olarak modelliyor. Anjiyodan çok daha kolay ve sıfır ağrılı bir sistem bu. Bazı doktor arkadaşlarım ne gerek var bundan geçip ekstra radyasyon almaya da dediler. Ama en azından bir şüphe varsa onun ilk kanıtları için çok ağrısız bir sistem.
  • Sanal anjiyo için şunu söyleyeyim: Benim vakamda net bir şekilde bir damarımın kapalı olduğunu söyledi bana. Ama bu kalp ameliyatına girmek için değil, gerçek anjiyoya girmek için motivasyon sağladı ki o da beni baypasa götürdü. Detayları anlatacağım.
  • Ve gelelim anjiyoya. Bu çok acayip bir şey. Ameliyat desek değil, tahlil desek değil, hepsinin arasında bir şey. Sonuçta vücudunuza giren kıl büyüklüğünde bir boru, doğru yerlere geldiğinde oraya boyalı su bırakıyor. Boyalı su kanın nasıl gittiğini röntgen makinesi benzeri bir cihazla kaydediyor. Böyle olunca ne oluyor? Damarlar tıkalı mı, ne kadar tıkalı, neresinden itibaren tıkalı gibi sorulara net cevaplar veriliyor.
  • Nasıl bakıldığını da öğrendim: Mesela bir damarım üstü koyu renkli görünüyor altı açık renkliyse alt tarafa olması gerektiği kadar kan gitmiyor anlamına geliyor bu. Çok gereksiz bir bilgi verdim size ama bana enteresan geldi bunu bilmek. Böylece daha anjiyo sürerken ameliyat olmam gerektiğini anlamış vaziyetteydim.
  • Anjiyoya hazırlanmak birkaç dakika sürüyor. İki tip anjiyo var: Damarların içinde boru dolaşacağı için (boru dediğime bakmayın kılcal borulardan bahsediyoruz) büyük damarlardan içeri girmek durumundalar. Bu da ya kasıktan ya bilekten yapılması anlamına geliyor. Kasık doktor için kolay bilek hasta için.
  • Operasyon birkaç dakika sürüyor. Yani borunun içinizde saatlerce dolaşacağını düşünmediniz değil mi? Bir nokta var anjiyo sırasında. Bunu iki kere net hissettim: İçerde bir şey varmış gibi hissettiğiniz, kalbinizin fıt fıt yaptığı bir an o. İnsan ne kadar soğukkanlı, ne kadar bilgili olursa olsun orada bir minik panik yaşıyor. Ama saniyeler sürüyor korkacak bir şey yok.
  • Çıktıktan sonra büyük damarlardan giriş yapıldığı için onun pıhtılaşmasını beklemek durumundasınız. Ortalama iki saat sürüyor. Bazı hastaneler büyük paranoya yapıp anjiyo sonrasında sabahlamanız gerekir hastanemizde gibi acayip şeyler söyleyebilir. Bana hiç denk gelmedi, denk gelen arkadaşlarım var.
  • Anjiyo, kesine çok yakın sonuçlar veriyor. Anjiyo sonrasında her şey doktor yorumuna kalıyor. Anjiyonuzun DVD’sini (evet sene 2022 hala DVD veriyorlar bir buluta koymuyorlar lanet filmleri) mutlaka alın ve hatta çoklayın. Çünkü artık kalbinizi değil anjiyonuzu göstermeye başlayacaksınız. Ben ameliyata girerken doktorlar DVD üstünde çalışıyordu öyle söyleyeyim.

Şimdi gelelim karar anına… Bu an gerçekten de çok önemli. Anjiyoyu olup ikiden fazla damarın tıkalı olduğunu size söyledikleri andayız. Ondan sonra müthiş bir pazarlama dünyası taktikler bütünü yaşanıyor çünkü.

Benim vakamda şöyle oldu: Anjiyodan çıktım, doktor yanıma gelip baypas ile hallolabilir ancak dedi. Tamam dedim. Sonra bir anda ortamda elinde kağıt kalem ve dosyamla birlikte bir kadın belirdi. Benimle ilgili her şeyi biliyordu ve bu hastanede hangi hocayla ameliyat olmam gerektiği konusunda beni ikna turlarına girdi.

Çok sinirlendim. Çünkü anjiyodan çıkmış, küçükken “baypasa giriyor gider bu” lafını duyduğum yaylı amcalardan biri olmuştum. Ve bir kadın karşıma geçmiş benim iki dakika kendi kendime düşünmeme izin vermeden bir an önce onların hastanesinden paket almamı sağlamaya çalışıyordu. Her şeyin ötesinde anjiyo sonrasında nekahet odasındaydık ve etrafta benim gelir düzeyim ve kapalı damarlarımın son halini dinleyen 10 kişi vardı. Ablayı çok da kibarca olmayan bir şekilde odadan kovdum. O hastanenin hemşireleri bana bu hareketim için teşekkürlerini gönderdi.

Tekrar ilk gerçekle yüzleşme anına dönelim bu detayı geçip…

Doktorun anjiyo ekipmanını apar topar toplaması ve benim gözlerimin içine bakmaması, bir de ekrandaki tıkanıklık belirtileri beni işlerin iyi gitmediği konusunda ikna etti. Doktor hastayı getirin içeri filan deyip olayı boğuntuya getirecekken konuyu ben açtım: “Sanırım stent ile hallolacak bir mevzu değil…” Yüzüme baktı, şaşırdı biraz ve evet baypas olmanız daha mantıklı duruyor dedi.

Dönelim bu işin mantığına:

Stentlerin belli negatif kullanım sebepleri var: Her damar için ayrı ayrı yapılması gerekiyor. Bazılarını eş zamanlı olarak yapamıyormuşsunuz ve araya zaman girmesi lazımmış. Mesela Stent dediğimiz şey damarın normal tıkanma hızından daha hızlı tıkanabiliyormuş. Mesela birçok vakada 4-5 yıl idare eden stentlere “oo çok iyi dayandı” diyorlar. Bu bana çok acayip gelmişti.

Gelelim baypasa… Baypas ile vücudun farklı kesimlerinden (çoğunlukla bacak, az olarak kol vs…) damar alınıyor. Kalbin ilgili tıkalı damarlarına gidiliyor ve onlar oradan kesilirken yerine vücudun diğer taraflarından alınan damarlar takılıyor. Bu da anladığım kadarıyla 10-25 sene gibi, muadili teknolojilere kıyasla çok uzun konforlu bir zaman dilimi veriyor.

O yüzden doktor bana gelip sana baypas yapalım dediğinde kendimi yerden yere atıp ağlamaya başlamadım. Doktor da benim ne düşündüğümü bilmiş gibi bana beni sonsuza dek mükemmel ikna edecek bir açıklama geçti: “Ben bu tıkanıklığı araya birer ay koyduğumuz 4-5 operasyonla düzeltebiliriz. 3-5 sene gayet de iyi tutar. Ama tekrar temizlemek gerektiğinde ki gerekecek, o zaman tekrar şimdiki gibi 50 yaşında ve hızlı iyileşen bir yapıya sahip olmayacaksın. Ne gerek var yap bitsin…”

Çok ikna edici sözlerdi bunlar. O yüzden “ne baypas mı olacağım lanet olsun çok bahtsızım” gibi bir ağlaşma içine hiç girmedim. Eskiden, 80’lerde baypas yapmış hocalarla konuştuğumuzda baypas yapılan hastaların kurtulma yüzdesinin neredeyse yarı yarıya olduğunu dile getirirlerdi. O zamanlarda korkardık. Ama şimdi öyle değil. Tıpta yaşanan her 10 gelişmenin 6’sının kalp teknolojilerinde olduğunu gördü bu gözler ve haberini yaptı bol bol. O yüzden şu anda bildiğimiz baypas, geçmiştekiyle uzaktan yakından bağıntılı değil.

Bugün en çok yapılan ve en yüksek başarı oranına sahip operasyonlardan biri baypas. Eskiyle kıyasladığımızda bademcik ameliyatından farkı yok. Sadece dikkat edilmesi gereken birkaç şey var: Açık mı kapalı mı?

Evet doktorumuzu bulduğumuzda ve seçtiğimizde masanın üstüne otomatik olarak “baypasınız açık mı kapalı mı olsun” sorusu geliyor. Aradaki fark çok önemli: Zira açık olanda göğüs kafesiniz yarılıyor baştan sonra ve vücudunuzda kocaman bir kesik izi oluyor. Kapalı olursa çenenizin birkaç parmak altından birkaç santimlik bir kesiyle işiniz hallolabiliyor. İkisi arasında 2022 şartlarıyla 40-75 bin liralık bir maliyet farkı var. Ama paradan mühim şeyler de var.

Elbette göğüs kafesinin kırılmaması, vücudun ön yüzünün boydan boya delinmemesi, diren üstüne direnler açılmaması, hızlı iyileşme kapalı ameliyat için mükemmel sebepler. Açık ameliyat tüm kötülükleri bünyesinde barındırıyor olsa da mükemmel bir iyi tarafa sahip: Yıllardır yapılıyor, başarıyla uygulanıyor. Doktorlar bu operasyonu ezbere biliyor artık: Hem öncesini hem sonrasını…

Ortalamanın üstü gelişmişlikte bir beden, açık ameliyatın ardından 15-30 gün içinde iyileşiyor. Kapalı ameliyatla bu süreyi yarıya indirdiğimizi varsayalım.

Gelelim baypas tarafına… Ameliyattan iki gün önce hastaneye girdim. Hastaneye gelirken tüm stresimi de yanımda götürmüştüm.

  • Özel hastaneyle devlet hastanesi arasındaki en önemli fark kaldığınız odada tek başınıza olup olmayacağınız ve hastaneye girdikten sonra insanların size nasıl baktıkları.
  • Ameliyattan önce defalarca sizi bol bol tahlillere götürüyorlar. Öncesinde vücudunuzu neredeyse santim santim ezberleyecek kadar tahlil yapıyorlar.
  • Herkeste öyle olur mu bilmiyorum. Ben durumun vahametini göğsümdeki tüm tüylerin alınması için traş makinesiyle içeri giren hasta bakıcıyı görünce anladım. Sorun bu ameliyatı geçirenlere. Herkes size buna yakın bir şey söyleyecektir
  • Ameliyata girmeden önce ameliyatınızı yapan doktorla ne kadar çok konuşsanız o kadar iyi. Ne kadar çok şey bilirseniz (iyi ya da kötü) o kadar daha az stresli oluyorsunuz.
  • Telefonunuzu ameliyata gireceğiniz günden eser bir süre önce yanınızda bulunan kişiye, refakatçinize verin. Arayan herkesle o konuşsun. Çünkü siz bir süre sonra ameliyat konusunda çok fazla konuşup sadece sizin bilmeniz gereken anlamsız detaylar vermeye başlıyorsunuz karşınızdakine.

Ameliyathane kapısına giderken, dünyanın en soğukkanlı insanı da olsanız, size vücudunuzun alabileceği kadar sakinleştirici de verseler, tüm risklerin ortadan kaldırıldığını biliyor da olsanız… Stresten geberiyorsunuz. Bunu yeryüzündeki hiçbir şey değiştiremez…

  • Ameliyathane kapısında sert bir yatakta çıplak bir şekilde yatarken hayatın ne kadar anlamsız ve o ana kadar yaptığınız her şeyin ne kadar gereksiz olduğunun farkına varıyorsunuz. İnanılmaz bir bilinç geliştire anı yaşanıyor orada…
  • Oradaki doktorların, ameliyathane görevlilerinin, hemşirelerin umursamazlığı size güven veriyor aslında: Siz kendinizi çok önemli ve yaşadığınızı müthiş bir şey olarak konumlandırırken onların bunu günlük sıradan işlerinden biri gibi görmesi ve rahatlıkları şahane bir şey.
  • Ameliyathanede size ekstra işlemler yapılıyor ve bu bayağı vakit alıyor. Benim orada en çok ürktüğüm şey ellerimi kollarımı bağlayıp sabitlemeleri oldu. “Bir anda vazgeçip kalkıp kaçacağımdan mı korkuyorsunuz” diye sordum, hemşire espriyi anlamadı gülüyormuş gibi bile yapmadı.
  • Sizi uyutma anına geldiklerinde gerçekten çok büyük bir panik yaşıyorsunuz. Yani ben o uyuşturucunun kolumdan girip omuriliğimden geçip beynime gelme aşamalarının hepsini hissettim. Nefes alamama konusunda da bir panik yaşadım. Sonrasını hatırlamıyorum. Muhtemelen o panik 3 salise filan sürdü.

Gözünüzü kapatmanız ile açmanız arasında bir saniye var. O bir saniye normal dünyada yaşayan insanlar için birkaç saat sürüyor. Siz bunun ayırdına varamıyorsunuz… Gözünüzü kapatıp açmanız gibi.

  • Eğer bir özel hastanedeyseniz güzel sesli bir hemşire size kibarca seslenerek artık uyanma vaktinizin geldiğini söylüyor. Uyandığınızda vücudunuz alabildiği kadar uyuşturucu ve ağrı kesiciyle dolu oluyor. Ve beyniniz sürekli sizi tekrar tekrar uyumaya motive ediyor.
  • Ben uyanırken ilk hissettiğim konuşamadığım oldu. Çünkü ağzımda boğazımdan içeri girmiş ve konuşmamı imkansız hale getiren bir boru vardı. Boğazınızın içinde orada olmaması gereken bir cihaz çok rahatsız edici. Ama vücudunuzu ilk hareket ettirdiğinizde bunun olmaması gereken yerlerdeki tek cihaz olmadığının farkına varıyorsunuz.
  • Diren denen bir alet var. Vücudunuzda durmaması gereken kanı ve yan unsurları vücut dışına çıkarmak için vücudunuza sokulmuş bir boru. Bende iki tane vardı ve biri iki kaburga kemiğinin arasında diğeri ciğerimdeydi.
  • Diren hayatınızı kurtarmak için en önemli cihazlardan biri. Ama hayatınızda varlığından haberdar olmadığınız ağrıları veriyor size. Kıpırdamadan yatarken sorun yok ama ilk minimum kas hareketinde biri sizi ciğerlerinizden bıçaklamış gibi hissediyorsunuz. Çünkü bıçaklanmanızla direnin sokulması aynı prensipleri taşıyor.
  • Diren, size sigara içmenin ne kadar aptalca ve yanlış bir şey olduğunu anlatıyor: Çünkü sigara yüzünden normalde farkında olmadığınız minik öksürmeler dünyanın en büyük işkencesi olarak karşınıza çıkıyor. O zaman fark ediyorsunuz ki ciğerleriniz her öksürükte bir kez değil birkaç kez hareket ediyor ve her öksürükte gerçekten müthiş bir acı sarıyor beyninizi. O zaman içtiğiniz ilk sigarayı yakan çakmağın gazını dolduran adama kadar hayatınızdaki her yanlışı tekrar hatırlayıp küfürler savuruyorsunuz.
  • Uyanma sırasında insan çok farklı duygulara kapılıyor: Önce bir zafer hissi, bir kurtuluş motivasyonu sarıyor sizi. Yendim diyorsunuz, kurtuldum diyorsunuz. O sırada boğazınızdaki bulunmaması gereken boru ya da her hareketinizde ölmek istediğiniz direnin filan önemi kalmıyor. Ancak bir sonra hemen vücudunuzu saran duygu bu zaferi sizi bekleyenlerle paylaşma isteği.
  • Ben gecenin bir yarısı beni bekleyen karıma iyi olduğumu söylemek için ağzımdaki boru ve kaldırabildiğim tek elimle epey bir yalvardım ve sonunda başarılı oldum. Onu haberdar ettikten sonra çok güzel rüyalı bir uykuya daldım.

Ameliyattan sonra “artık iyisin” hissine kapıldığınız ilk somut aşama odanıza çıkarılmak. Üstünüzde ve çevrenizdeki aletlere yolda giderken insanların size o acıma dolu bakışı çok korku verici. Kimseyle göz göze gelmeyin o süreçte.

  • Odanıza geldiğinizde artık yattığınız yerde ihtimam görme anlarınız sona eriyor. Artık sizin yapmanız gereken şeyler var ve belki de baypas sürecinin başından beri hesaplamadığınız şeyler bunlar…
  • Öncelikle üç toplu bir aleti nefesinizi içeri çekip dışarı vererek oynatmak zorundasınız. Bu hareket ciğerlerinizin hayatınızın geri kalan kısmında sahip olacağı kapasiteyi etkileyeceği için yapmak zorunda olduğunuz bir şey. Ama ciğerlerinizdeki direnle bunu yapmak o kadar çok acı veriyor ki. Bir de o alete üflediğinizde aslında ciğerlerinizden ne kaybettiğinizi çok iyi anlıyorsunuz.
  • Hemşire sizi yürütmek istiyor. Yürümeniz lazım siz de biliyorsunuz. Ama ayaklarınız tutmuyor, her adımda vücudunuzda varlığını bilmediğiniz ağrıların farkına varıyorsunuz ve en önemlisi denge mevhumunun büyük bir bölümünü kaybettiğinizi görüyor ve daha önce ben nasıl yürüyormuşum ya diye şaşırıp kalıyorsunuz.
  • Mutad zamanlarda ve sık sık birileri gelip size bir tahlil yapıyor. Çoğunlukla uykudan uyandırarak yapıyor bunu. Zaten zar zor daldığınız uykudan uyanmak çok zorlu bir süreç. Bir de o kadar sık röntgen çektiriyorsunuz ki acaba bunlar bana ekstra zarar verir mi diye düşünüyorsunuz. Ama vermiyormuş öyle dedi doktorlar.
  • İlk yediğiniz veya yemeye çalıştığınız yemekler olayın en çirkin tarafı. Hayır pardon en çirkin tarafı tuvalet aktivitesi. İlk birkaç gün vücudunuza giren bir hortumdan gideriyorsunuz tuvalet ihtiyacını. O hortumun çıkması (ki girdiği yeri düşünürken bile çok geriliyorum) sonrasında da işler tam düzelmiyor.
  • Hortum demişken… O direnlerle yaşamak gerçekten çok zor. Ne sağa dönebiliyorsunuz ne sola. Ama çıkarma anında “keşke burada kalaydı da sağıma soluma dönmeseydi” diyorsunuz. Diren vücuttan nasıl çıkıyor biliyor musunuz? Kaba kuvvetle! Sağlam bir doktor geliyor ve onu haşırt diye çekip çıkarıyor içinizden. Sonrasında rahatlıyorsunuz ama çekme aşaması çok fantastik ve “bir daha asla böyle bir anı tekrar yaşamak istemiyorum” dedirten bir şey…
  • Tüm hortumlar vücudunuzu terk ettikten sonra hastaneden çıkmak artık tamamen sizin inisiyatifinize veya hastanenin sigortadan aldığı paraya kalıyor.

Ameliyat sonrası ev hayatı bambaşka. Gerçekten de yeni bir hayata başlıyormuş hissi o hastane kapısından çıkarken başlıyor zaten…

  • Hastane kapısından çıkarken artık sigara içmeyeceksiniz, yağlı yemeyeceksiniz, düzenli ilaç kullanacaksınız ve kardiyolu yoğun sportif aktivitelere girmeyeceksiniz düşünceleri kafanızın en önemli parçası oluyor… Sanki hastanede kalsanız eski hayatınıza devam edecekmişsiniz gibi… Sanki bir şey olmamış gibi.
  • Eve gelmenin en önemli aktivitesi artık herkesle telefonla konuşup ballandıra ballandıra hikayeler anlatmak… Çok şey anlatmak istiyorsunuz. Karşınızdakiler ilk birkaç dakika sizi dinlemeyi çok istiyorlar. Ama onların esas dinlemek istediği size geçmiş olsun yanındayım deyip kapatmak. İdrar için borunun vücudunuza nereden girdiği onlar için çok önemli değil. Bunu sonradan anlıyorsunuz.
  • Yatmak gerçekten çok zor. Çünkü göğüs kafesiniz ortadan ikiye ayrılmış ve sonradan tellerle tutturulmuş durumda. Dolayısıyla sadece sırt üstü yatmaya hakkınız var. Sağa dönmek yok, sola dönmek yok. Yüzü koyun yatmayı cümle içinde bile kullanmıyoruz. Sağa sola dönmeden uyuyamayan biriyseniz benim gibi… 45 gün için kendinize bir televizyon koltuğu almanız gerekecek.
  • Başta onu yeme bunu yeme gibi bir şey yok. Ama benim gibi eğer sigarayı bıraktıysanız… Çok ciddi kilo alıyorsunuz. Ben on kilo aldım.
  • Küçük küçük yürüyüşler güzel. Aslında en güzeli yürüyüş. Başka bir spor çok saçma olur. Mühim olan kendinizi daha önce yapmadığınız bir şeye alıştırmak.

Son olarak… Sonrası hayata dikkatle bakmak gerekiyor. Çünkü siz artık başka birisiniz.

  • Damarlarınızın tıkalı olanlarını bacağınızdan alınan damarlarla değiştirince siz ayağı yukarı sıfır kilometre tıkalı damarlı biri haline dönüşüyorsunuz. Bunun kıymetini bilin.
  • Bu size sunulmuş bir lütuf. Ama eski yanlışları ölmeden tekrar tekrar yapma şansı değil. Çünkü artık aynı yanlışları bir daha yapıp tekrar baypastan geçmeyi istemezsiniz.
  • Etrafınızdaki insanlarda iki çeşit eğilim oluşuyor: Ber kesim size artık geri dönüşsüz bir yarım insan olarak bakıyor. Sizin yanınızda her zamanki konulardan konuşmuyorlar bile. Sanki siz ışık hızıyla giden bir gemiye binip gelmişsiniz de onların iki kat yaşındasınız gibi. Aynı adam kesinlike değilsiniz. Bir diğer kesim ise evin küçük oğlu Kerimcan ile konuşur gibi konuşuyor sizinle. “Eveeet artık ne yapmıyoruz? Yağlı ürünleri yemiyoruuuz. Akşaaam erken yatıyoruuuz. İlaçarımızı içmeyiii unutmuyoruuuz”…. Aklınıza diren acısı geliyor ve onu özlüyorsunuz böylesi zamanlarda…
  • Bu ameliyatı gençken, mesela 50’li yaşlarda, geçirmek çok iyi. Çünkü yeniden başlama fırsatınız var. Evet 60 hatta 70’ten sonra da yeni bir hayata başlayabilirsiniz. Ama 50’lerde gerçekten en başa yakın bir yerden baştan başlama şansınız var.
  • Bu arada çok açık denenmiş şeylere baktığımda size gerçekten işe yaradığını söyleyebilirim: dört katlı bir binanın merdivenlerinden operasyondan iki hafta önce gerçekten kan ter içinde kalıp evden içeri yığılırken ameliyattan sonra herkesten önce çıkıp terlemiyorsunuz bile. Birkaç damarın insan hayatındaki etkisinin bu kadar büyük olması çok acayip.

Baypas çok zorlu bir ameliyat. Çok önemli bir viraj. Ama üstesinden gelinemeyecek bir şey değil. 50’lerde üstesinden gelmek daha kolay. Yanınıza biri varsa da öyle. Tıkalı damarlarla her an gitme stresinden kurtulmak mükemmel bir şey. Yeniden başlamak da öyle.

Şarlatan olmak ya da olmamak

/

Bu bir iletişim yazısıdır. Başka anlamlar aramak ve şüpheci olmak, güzel ancak gereksiz bir enerji kaybıdır.

Şarlatan kelimesinin orada burada duymuş olabilirsiniz. Kelimenin etimolojik kökenine inecek olursak karşımıza birkaç farklı bakış açısı çıkıyor. Bazılarına göre bu kelime İtalyanca ciarlare fiilinden geliyor. Bu fiili birebir Türkçeye çevirmek istersek bağıra çağıra gürültülü konuşmak tanımı tam karşılamasa bile oldukça uygun düşüyor.

Bir diğer bakış açısına göre şarlatan kelimesi 18-19. yüzyılda özellikle Fransa’da mucizevi ilaçlar ve tonikler satanlar için kullanılıyor. O tonikler büyük yalan dolan olduğu için bugünkü kullanımda şarlatan kelimesi çok kötü anlamlar yüklenmiş. Eğer o yıllarda tonik olarak satılan yılan yağı, gerçekten de bugünün Aspirin’i tadında birçok işe yarasaymış “bizim Osman abi büyük şarlatan ilerde benim çocuğum da şarlatan olur inşallah” gibi bir kullanımımız olabilirdi.

Şarlatanlar ürününü veya fikrini satmak için ortalığı vesveseye veren kişiler için kullanılıyor. Kelime kökenine baktığımızda salt yalan dolan ile iş yapmaları değil, bu insanların bağırıp çağırması da gerekiyor.

Biraz iletişim dünyasına girecek olursak… Bugün insanların neden bağırıp çağırdığını da o günün bakış açısından anlamlandırabiliriz: Paris’te şarlatanlık yaparak ilaç satan insanlar satış işini şova dönüştürüyorlar: Bir dükkan açıp burada yılan yağı satılıyor demiyorlar. Onun yerine mobil, her an yer değiştirebilen ve kaçışa uygun minik gösteri araçları kullanıyorlar. Ürünlerindeki yalan büyük olduğu için o anda satmaları gerekiyor ve o yüzden de çok bağırıp çağırıyorlar.

Bugünün dünyasına bakalım: Bir ürün satmak istiyorsunuz diyelim. Ürün iyi ve bir soruna çare oluyorsa o ürünü zaten kulaktan kulağa tekniğiyle zaten herkes duyuyor. Ancak ürün üstüne yüklenmiş yalanın boyutu ne kadar büyürse o kadar çok bağırmak ve bunu şova dökerek anlatmak gerekiyor.

Bunu bir teknolojik ürün satışında da görebilirsiniz, bir siyasi partinin anlatımlarında da, bir ponzi sisteminin lansmanında da, hatta bir haberin yayılmasında da.

Bu arada şarlatanların sattığı ürünlerin insan beyninin mantıklı düşünme kanallarını tıkayacak kadar önemli bir soruna çare bulması gerekiyor. Mesela 18. yüzyılda ölümsüzlük vaat ediyor bu iksirler, sonrasında seksüel erkeklik gücüne zirve yapmasıyla öne çıkıyor. Günümüze yakın zamanlarda piramit sistem kurup herkesi inanılmaz derecede zengin etmeyle akıllara giriyor. Herkese bir ev bir araba anahtarı vermeyi öneren, dünyanın en büyük on ekonomisinden bir haline getirme umudunu salan şarlatanları da unutmamak lazım.

O zaman şarlatanları nasıl tanıyacağımızı bize çok iyi anlatan birkaç madde sıralayalım:

  • Eğer size çok büyük ve beklenmedik bir umut veriyorlarsa şarlatan olma ihtimalleri vardır.
  • Eğer her an toparlanıp kaçabilecek bir konumdalarsa şarlatan olma ihtimali yüksektir.
  • Eğer yaptıkları iletişimi bağırıp çağırarak yapıyorlarsa kesin şarlatanlardır.
  • Eğer sizi aynı şarlatanlıkla birden fazla kez yanıltabiliyorlarsa büyük iletişimcidirler

Peki sizin şarlatan konumuna düşmenizi engelleyen şey nedir? Onları da yine bu verilerden yola çıkarak sıralayalım:

  • Beklenmeyecek derecede önemli bir soruna çareyseniz bunu çok iyi anlatmanız lazım. eden kimse bunu yapamamış da siz onu bulmuşsunuz sorusu mantıklı olan her insanın düşünebileceği bir şeydir. Bu çözüme giden yollara nasıl ulaştığınızı açık ve net bir biçimde anlatabilmeniz gerekiyor.
  • Topluma güven verin. Nerede olduğunuzu, nereden geldiğinizi nasıl kaçamayacağınızı açık ve net bir biçimde itiraf edin. Köklerinizi gösterin onlara ve oraya nasıl bağlı olduğunuzu anlatın.
  • Bağırmak deyince illa birinin yanına gidip avazınız çıktığı kadar sesinizi yükseltmeniz gerekmiyor. Bağırmak bazen Google ortamına çok reklam vermekle de olabilir, TV ve gazetelere çok çıkmakla da… Bir şeyi çok söyleyince daha çok anlaşılır olmazsınız, olsa olsa sıkıcı olursunuz.
  • İnsanlar sizi duysun istiyorsanız bunun yol uzaktan onlara bağırmak değil yakınlarına gitmektir. Yakınlarına giden herkes, sıcaklıkla karşılanır. Birinin yakınındaysanız bağırmadan da duyulur hale gelirsiniz. İnsanlar uzaktan bağırana değil yakınlarındakine güven duyarlar.

Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Çünkü iletişim dünyamızda yeni bir akım doğdu. Ben onlara şarlatan iletişimciler diyorum. Bu kişi ve kurumlar hiçbir şekilde beni dinlemiyor, hiçbir soruma cevap vermiyorlar. Bunun yanında sürekli kendi söyledikleri şeylerin duyulmasını talep ediyorlar. WhatsApp gibi ortamlardan düzenli tacizlerle kendi fikirlerini bağırıyor ama aynı ortamdan soru almıyorlar. Bu şarlatanlığı şimdilik kaydıyla isim vermeden tarihe not düşelim. İlerde devamını yazarım.

Aşk: Kaybedenlerin oyunu

//

Raskolnikov24 ve Karenina26, gökyüzünü alev alev yakan bir günbatımında üstünde martıların uçtuğu, ara sıra yunusların çıkıp havada taklalar atıp tekrar daldığı bir okyanus kıyısında uzaklara bakıyorlardı. Arkalarındaki ağaçlardan gelen rüzgarın hışırtısı ve şarkılarını akşam saatlerine saklamış olan kuşların sesleri ortamı aşık olmak için ideal bir hale getiriyordu.

Raskolnikov24’ün sarı saçlarının rengini daha belirginleştiren mavi gözleri; Karenina26’nın pürüzsüz bir tene sahip ince omuzları üstündeki gezindi. Sonra neredeyse batan güneşle aynı renkteki kızıl saçlarını süzdü. Gözlerinin yeşili, dişlerinden gelen ışıltı, minik ellerini süslemek için oraya konmuş izlenimi uyandıran narin parmakları, akan sakin bir dere doğallığında vücut hatları…

Raskolnikov24’ün sağ eli Karenina26’nın sol elini ezberlemekle meşguldü. Her boğumu, her girintiyi, tırnaklarının üstündeki kayganlığı, elinin sıcaklığını… Kulağına aşka dair bir şeyler fısıldadı, mümkün olan en kısık ses tonuyla. Kız güldü mümkün olan en melodik sesle. Sonra kız onun kulağına bir şeyler söyledi güzelliklere dair. Oğlanın elmacık kemiklerinin çevresi kızardı biraz.

Bir sessizlik oldu. Oğlanla kız birbirine baktı bir süre. Kız güldü ama oğlan gülmedi. Ardından oğlanı titreme aldı. İnsansı bir titreme değildi bu. Yüzü silikleşmeye başladı. Ayaklarından saçlarının ucuna kadar mozaiklendi, hemen ardından kızı da titreme aldı. Kız “hayır yapma” diye bağırdı, oğlanın titremeleri arttı ve kör edici bir aydınlık; okyanusu, günbatımını, ormanın yeşilini ve güzel kadınla adamı alıp götürdü.

Aydınlığın, sanal gerçekliğin ardından, leş gibi bir sokak, kara kuru bir kız, kısa boylu ve hafif kambur duran bir erkek kalmıştı. Bilgisayarın yarattığı, güzel olan her şey gitmişti. Oğlan “oyunun bana verdiği yetkiyle…” diyerek başladı söze. “Dur!” diye bağırdı kız, “bunun bir aşkı kaybetme oyunu olduğunu biliyorum. Bunu kazanırsan çok para alacağını da biliyorum. Paraya ihtiyacın olduğunu da biliyorum. Kim ötekini daha büyük hayal kırıklığı yaratarak terk ederse daha çok para kazanacağını da biliyorum. Ama ben…”

Kız sözlerini bitiremedi. Gözlerinden aşağı yaşlar süzülmeye başladı. Kaybetme oyununda sanal gerçeklikle güzellikler yaratıp karşısındakini terk etmek mükemmel bir fikirdi. Ve kız bu tuzağa düşmüş görünüyordu. Gözyaşlarını engellemeye çalışmadan, neredeyse haykıran bir ses tonuyla konuşmaya devam etti: “Ben senin sanal gerçeklikteki tipine değil, avuçlarıma dokunan o ellerine aşık oldum. Bu yüzden seni terk etmedim, edemedim. Aşk gerçek hayatta da bir kaybetme oyunu biliyorum. Ama seni gerçekten sevdim ve ne kadar sürerse sürsün, ne kadar sefil olursam olayım ellerimi bırakmanı istemedim. Beni istediğin zaman bırakabilirsin. Ama ellerimi bırakma. Aşkı kaybedenlerin oyunu yapma…”

Adam durakladı. Gözleri doldu. Bakışlarını kaçırdı önce. Ardından bakışları kızın ellerine kaydı. O yumuşacık, kemikli ama sevgi vaat eden eller. Avcunun içinde denizdeki minik balıklar gibi çırpınan eller. Para, şöhret ve hayatının sonuna kadar mutlu bir yaşam… Bu potansiyel büyük aşkla kıyaslanabilir miydi? Kıyaslanmalı mıydı? Gözyaşlarına engel olmayı bıraktı. Kıza sarıldı. Sıkı sıkı sarıldı. Bir daha gitmesini engelleyecek kadar sıkı sarıldı.

Kız onun vücudunu saran kollarına bıraktı kendini. 2000’li yıllarda 27 yaşında intihar eden bir kadının söylediği şarkıyı mırıldanmaya başladı tatlı tatlı: “Love is a loosing game…”

Şarkının son kıtasını okuduktan sonra durdu. Kulağına doğru iyice yaklaştırdı dudaklarını ve “oyunun bana verdiği yetkiyle seni bırakıyorum” dedi.

Adamın gözyaşlarının debisi iki katına çıktı ve neredeyse tadı değişti. Çok büyük kandırılmış, hiç ummadığı yerden darbe yemiş ve oyuna gelmişti. Kadın, o zamana kadar bu oyunda yaşanmış en büyük kandırmalardan birini gerçekleştirmiş ve rekor bir puan ve ödülle oyunu sonlandırmıştı.

Hala onu kollarında tutmak isteyen adamdan usta bir manevrayla ayırdı kendini. Gökyüzünden kendini izleyen kameralara doğru eski tiyatrocuların yaptığı tarzda bir selam verdi.

Erkek salaktı ve neredeyse hala birkaç dakika öncesindeki kadar aşıktı kıza.

Hep öyle değiller miydi?

Kırılmasın diye durur kalbim…

/

İnsanlar sanki kendileri iyi bir zekaymış gibi kendilerine benzeyen yapay zeka robotlar üretmek istedi tarih boyunca. Kendi kendine düşünen ve hatta karar veren robotları ilk yaratan tarihe geçecekti. Bu konuda yoğun bir savaş vardı dünyanın dört bir yanına dağılmış mühendisler arasında.

Zeka ve otonom karar mekanizması ne ola ki? Robotun ününe bir engel çıkınca etrafından dolaşması mı? Bir uzvunu ateşe sokmaması mı? Araba kullanırken yolun ortasında salak salak oturan köpeği ezmeden etrafından dolaşması mı?

Bu sorunun cevabını aşk olarak verdi bir felsefe profesörü. Aşk açıklanamaz ve çok insani bir kavramdı. Durumdan duruma, sevenden sevene, hatta sevilenden sevilene değişirdi. Al da şu kavramı tanımla deseniz kimse size aşk budur diyemezdi ama aşık olmuş bir salağı görseniz 23 kilometreden tanırdınız.

Dünyanın ilk aşık robotunu İsviçre’nin en iddialı yapay zeka takımı hayata geçireceğini söyledi. Tüm dünyadan sır gibi saklanan yöntem çok basitti aslında. Yapay zeka insan aklının muhakeme gücünü kazanabilmek için onun birkaç ömürde biriktiremeyeceği kadar veriye maruz bırakılırdı. Yapay zekayla çalışan avukat mı yapacaksınız? Sokun bütün hukuk davalarını beynine, alınan tüm kararları harmanlasın ve size hukuk anlatsın. Doktor mu yapacaksınız? Tüm hasta bilgilerini ve onları iyileştiren tedavileri yükleyin hafıza kartlarına yanılmaz şaşırmaz bir doktor olup çıksın.

Peki aşık bir yapay zeka üretmek için ne yaparsınız? Ona aşkı öğretirsiniz. İçinde aşk yansımaları olan tüm şarkıları, şiirleri, filmleri, roman ve öyküleri derlediler. Gerçekten gelişmiş bu hafıza yığınının içine sokuşturdular. Tıp, hukuk ve mühendislik alanlarında yapay zeka üretmek ne kolaydı, ne kadar güzel sınırları vardı bu bilim dallarının. Ama aşkın sınırları neredeyse yoktu. “Aldığı kadar” dedi bir profesör. Yaklaşık 6 aylık bir bilgi depolama ve bunları işleme sürecinin ardından yapay zeka aşka hazırdı.

Profesörlerden biri bir asistana yapay zeka ile sohbet etme emri verdi. Kız bu deneyin gururlu ve gönüllü bir parçası olarak neredeyse hiç uyumadan bir ay boyunca yapay zeka robotla konuştu, kendini anlattı. Robot bu uzun sohbetin ardından gerçekten de kendine öğretilmemiş insani salak aşık tepkileri vermeye başladı. Asistan yanından uzaklaştığında işlem hızı düştü, yanındayken aşırı tepki vermeye, daha çok pil kullanmaya başladı.

Eğer profesörler cihazın uyku konumunda da etrafı dinleyebildiğini hesaplamış olsalardı deney kesinlikle başarıyla sonuçlanabilirdi. Ama profesörler uyku moduna aldıkları robotun yanında aşık olunması istenen kadın asistana sende de ona karşı duygu yoğunluğu oluştu mu diye sordular. Elbette şaka yapıyorlardı. Kız yaşının ve güzel olduğunu bilip bunu kullanan her kötü kalpli kadının yaptığı gibi kikirdedi: “Daha neler artık hocam yani…”

Robot o anda çalışmaz hale geldi. Tüm ekip panik halinde milyonlarca dolar harcanmış bu robotun üstüne atlayıp onu tekrar çalışır hale getirmeye çalıştılar. Ancak robot çalışmayı reddediyordu işte.

İsviçreli uzmanlar arasında Türkçe bilen olsaydı o anda robottan salona yayılan ve “anlamsız bir tepki” olarak niteledikleri şarkının sözlerinden çıkarım yaparlardı. Ancak kimse bu eski şarkının ne demek istediğini araştıma gereği duymadı:

Kırılmasın diye durur kalbim

Usul usul bedeni aşar aşk

Aşk ölmez biz ölürüz…