Kategori: Fikren

  • Şarlatan olmak ya da olmamak

    Şarlatan olmak ya da olmamak

    Bu bir iletişim yazısıdır. Başka anlamlar aramak ve şüpheci olmak, güzel ancak gereksiz bir enerji kaybıdır.

    Şarlatan kelimesinin orada burada duymuş olabilirsiniz. Kelimenin etimolojik kökenine inecek olursak karşımıza birkaç farklı bakış açısı çıkıyor. Bazılarına göre bu kelime İtalyanca ciarlare fiilinden geliyor. Bu fiili birebir Türkçeye çevirmek istersek bağıra çağıra gürültülü konuşmak tanımı tam karşılamasa bile oldukça uygun düşüyor.

    Bir diğer bakış açısına göre şarlatan kelimesi 18-19. yüzyılda özellikle Fransa’da mucizevi ilaçlar ve tonikler satanlar için kullanılıyor. O tonikler büyük yalan dolan olduğu için bugünkü kullanımda şarlatan kelimesi çok kötü anlamlar yüklenmiş. Eğer o yıllarda tonik olarak satılan yılan yağı, gerçekten de bugünün Aspirin’i tadında birçok işe yarasaymış “bizim Osman abi büyük şarlatan ilerde benim çocuğum da şarlatan olur inşallah” gibi bir kullanımımız olabilirdi.

    Şarlatanlar ürününü veya fikrini satmak için ortalığı vesveseye veren kişiler için kullanılıyor. Kelime kökenine baktığımızda salt yalan dolan ile iş yapmaları değil, bu insanların bağırıp çağırması da gerekiyor.

    Biraz iletişim dünyasına girecek olursak… Bugün insanların neden bağırıp çağırdığını da o günün bakış açısından anlamlandırabiliriz: Paris’te şarlatanlık yaparak ilaç satan insanlar satış işini şova dönüştürüyorlar: Bir dükkan açıp burada yılan yağı satılıyor demiyorlar. Onun yerine mobil, her an yer değiştirebilen ve kaçışa uygun minik gösteri araçları kullanıyorlar. Ürünlerindeki yalan büyük olduğu için o anda satmaları gerekiyor ve o yüzden de çok bağırıp çağırıyorlar.

    Bugünün dünyasına bakalım: Bir ürün satmak istiyorsunuz diyelim. Ürün iyi ve bir soruna çare oluyorsa o ürünü zaten kulaktan kulağa tekniğiyle zaten herkes duyuyor. Ancak ürün üstüne yüklenmiş yalanın boyutu ne kadar büyürse o kadar çok bağırmak ve bunu şova dökerek anlatmak gerekiyor.

    Bunu bir teknolojik ürün satışında da görebilirsiniz, bir siyasi partinin anlatımlarında da, bir ponzi sisteminin lansmanında da, hatta bir haberin yayılmasında da.

    Bu arada şarlatanların sattığı ürünlerin insan beyninin mantıklı düşünme kanallarını tıkayacak kadar önemli bir soruna çare bulması gerekiyor. Mesela 18. yüzyılda ölümsüzlük vaat ediyor bu iksirler, sonrasında seksüel erkeklik gücüne zirve yapmasıyla öne çıkıyor. Günümüze yakın zamanlarda piramit sistem kurup herkesi inanılmaz derecede zengin etmeyle akıllara giriyor. Herkese bir ev bir araba anahtarı vermeyi öneren, dünyanın en büyük on ekonomisinden bir haline getirme umudunu salan şarlatanları da unutmamak lazım.

    O zaman şarlatanları nasıl tanıyacağımızı bize çok iyi anlatan birkaç madde sıralayalım:

    • Eğer size çok büyük ve beklenmedik bir umut veriyorlarsa şarlatan olma ihtimalleri vardır.
    • Eğer her an toparlanıp kaçabilecek bir konumdalarsa şarlatan olma ihtimali yüksektir.
    • Eğer yaptıkları iletişimi bağırıp çağırarak yapıyorlarsa kesin şarlatanlardır.
    • Eğer sizi aynı şarlatanlıkla birden fazla kez yanıltabiliyorlarsa büyük iletişimcidirler

    Peki sizin şarlatan konumuna düşmenizi engelleyen şey nedir? Onları da yine bu verilerden yola çıkarak sıralayalım:

    • Beklenmeyecek derecede önemli bir soruna çareyseniz bunu çok iyi anlatmanız lazım. eden kimse bunu yapamamış da siz onu bulmuşsunuz sorusu mantıklı olan her insanın düşünebileceği bir şeydir. Bu çözüme giden yollara nasıl ulaştığınızı açık ve net bir biçimde anlatabilmeniz gerekiyor.
    • Topluma güven verin. Nerede olduğunuzu, nereden geldiğinizi nasıl kaçamayacağınızı açık ve net bir biçimde itiraf edin. Köklerinizi gösterin onlara ve oraya nasıl bağlı olduğunuzu anlatın.
    • Bağırmak deyince illa birinin yanına gidip avazınız çıktığı kadar sesinizi yükseltmeniz gerekmiyor. Bağırmak bazen Google ortamına çok reklam vermekle de olabilir, TV ve gazetelere çok çıkmakla da… Bir şeyi çok söyleyince daha çok anlaşılır olmazsınız, olsa olsa sıkıcı olursunuz.
    • İnsanlar sizi duysun istiyorsanız bunun yol uzaktan onlara bağırmak değil yakınlarına gitmektir. Yakınlarına giden herkes, sıcaklıkla karşılanır. Birinin yakınındaysanız bağırmadan da duyulur hale gelirsiniz. İnsanlar uzaktan bağırana değil yakınlarındakine güven duyarlar.

    Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Çünkü iletişim dünyamızda yeni bir akım doğdu. Ben onlara şarlatan iletişimciler diyorum. Bu kişi ve kurumlar hiçbir şekilde beni dinlemiyor, hiçbir soruma cevap vermiyorlar. Bunun yanında sürekli kendi söyledikleri şeylerin duyulmasını talep ediyorlar. WhatsApp gibi ortamlardan düzenli tacizlerle kendi fikirlerini bağırıyor ama aynı ortamdan soru almıyorlar. Bu şarlatanlığı şimdilik kaydıyla isim vermeden tarihe not düşelim. İlerde devamını yazarım.

  • Tinder: Yalnızlığını birbirine emanet edenlerin toplanma alanı

    Tinder: Yalnızlığını birbirine emanet edenlerin toplanma alanı

    İnsanların yalnız olmadığı ve her zaman yanlarında kendileri gibi birilerinin olduğu savı, derin bir kendini kandırmacadır. Sonsuza dek yaşayacağız, hiç ölmeyeceğiz gibi. Yalnız kavramının etimolojik kökeninde “yalın” kelimesi vardır. Herkes beğense de beğenmese de bal gibi yalnızdır işte.

    “O zaman bu etrafımızdakiler kim bu elini tuttuğum ne” sorusu gelir hep bunu söyleyenlere. Gilbert Becaud “Yalnızlık Yoktur” şarkısında “köpekler için mi yapıldı bu kadar kulüpler” diye sorsa da orası yalnızlığın giderildiği değil, birilerine emanet bırakıldığı rehincilerdir aslında. Bir rehinciye gidersiniz ve o an daha çok ihtiyacınız olan bir şey için o an çok da ihtiyacınız olmayan bir şeyi bırakırsınız. İşte Gilbert Becaud zamanının kulüpleri, bu zamanların Tinder gibi sosyal medya uygulamalarının varlık amaçları bu rehinciler olmaktır.

    İnsanlar bu uygulamayı indirip biraz çekingen bir biçimde bu rehinciden içeri girerler. Amaç yalnızlıklarını rehin bırakıp birilerini alabilmektir oradan. Bazen birilerini oradan alabilmek için yalnızlıkları yetmez, onun yanında gururlarının bir parçasını, sahip oldukları değerleri, hayatlarının bir parçasını da vermeleri gerekebilir.

    Yalnızlığın evreleri vardır: Birinci evre inkardır. İnsanlar yalnız olmadıklarını düşünürler ve etraflarındaki her birey ve eşyanın yalnızlıklarını aldığını söylerler. Telefonundaki oyun, veri transferi sonucunda karşısına çıkan bir takma isim, saatler sonra cevap verilen bir mesaj onların yalnızlığını alan çıktılardır. Aslında baz istasyonlarından geçen sinyaller kadar soğuktur orada gördükleri ve yazıştıkları takma isimler. Aslında kendi kıçını yalayarak günün büyük bir bölümünü uyuyarak geçiren bir hayvandır kedi. Aslında birinin yalnızlığından kurtulma ve birileri tarafından beğenilme umuduyla yazdıklarıdır o kitaplar. Ama bu ilk evre yalnızlık böbreklere vuruncaya kadar geçen bir inkar sürecinden başka bir şey değildir.

    Sonra kızgınlık ve öfke gelir. Beraberken dahi yalnız olduğunu düşündürten yanındaki insandan başlar bu öfke ve yalnızlığa neden olan faktörlerin yedi göbek sülalesine sövmeye kadar gider.

    Sonra belki de yalnızlığın en patetik kısmı, pazarlık başlar. Yalnızlıktan kurtulmak için kendiyle, dünyayla ve hatta bizzat yalnızlık kavramının kendisiyle pazarlık etmeye başlar insan. Haydi şununla birlikte olmak için olmadığım bir insan kılığına gireyim der, asla yapmayacağım şeyleri yapayım der, yapmak istemediği şeyleri kabullenmeye başlar.

    Yalnızlığın bununla giderilemediğinin anlaşıldığı durumda ise depresyon başlar. Depresyon, çaresizliğin dışa vurumudur aslında. Bir noktaya kadar her şeyi yapabileceğini düşünen bir kişinin yüzüne gerçekleri kabullen(e)meme safhasıdır. Maratonu bitireceğinden emin olan bir kişinin son üç kilometrede ayaklarını saran sancının, kesilen nefesinin, vücudunu saran ateşin ve kalp ağrısının yarattığı birkaç saniyelik çaresizliğin uzun zamana yayılmış halidir. Sancı, nefes kesilmesi, vücudu saran ateş ve kalp ağrısının günlere aylara yayıldığını düşünün. İşte ona ben depresyon diyorum. Doktorların muhtemelen farklı teknik terimlerle süslü depresyon tanımları vardır.

    Ve en sonunda kabullenme evresi başlar. İnsan yalnız olduğunun bilincine varır ve bunu olduğu gibi kabullenerek yalnızlık konusunda yazılar yazmaya başlar.

    Okumuş yazmış insanlar bu evrelerin aslında yas tutma evreleri olduğunu hemen hatırlayacaktır. Evet yas tutan insanların bu evrelerden geçtiği söylenir hep.

    Ama yalnızlığın bir çeşit kalıcı yas tutmak olmadığını söyleyecek bilimsel araştırmalar var mı ki etrafımızda?

  • Yabancı medya Türkiye’ye neden geliyor?

    Yabancı medya Türkiye’ye neden geliyor?

    Son zamanlarda yabancı medya organlarının Türkiye’ye olan ilgisini yakından görüyoruz. Şöyle bir bakacak olursak… Independent Türkiye’ye geldi besleyici Suud sermayesi ile birlikte. Sputnik Türkiye’de ki bunun en yakın tanıklarından biri benim bizzat içinde çalıştığım için. Alman devletinin desteklediği Deutsche Welle burada yayın yapıyor. Amerika’nın Sesi VOA Türkiye’de. Elbette uzun yıllardır burada olan BBC’yi atlamamak lazım.

    Peki neden bu gazeteler Türkiye’ye geliyor? Daha da geleceği söyleniyor? Bunun çok kolay ve zor cevapları var. Ben ortalama zekalı bir salyangozun söyleyebileceği bizi kıskanıyorlar ülkemizde kardeşi kardeşi düşürmek için ekonomiyi bozmak için geliyorlar söylemini bir kenara bırakıyorum.

    Şöyle bakalım: Türkiye’de ciddi bir basın potansiyeli var. İnsanlar, özellikle de genç kesim okumayı, kendinden önce gelenlere kıyasla daha çok seviyor. Okuma kelimesini habere maruz kalma, medyayı tüketme olarak alırsanız içine video, radyo ve benzeri internet haber mekanizmalarını da sokabilirsiniz.

    Bu ciddi basın potansiyeli okumaya, medya tüketmeye dönüşmüyor. Niçin? Çünkü basın organları belli bazı motivasyonlarla iş yapıyorlar. Tek taraflı bakıyorlar. Halkın istek ve ihtiyaçlarını hiçe sayıyorlar. Ama en önemlisi yazdıkları ve manşete çektikleri haberlerle ciddi bir biçimde insanların zekasıyla alay ediyorlar. O basının içinden çıkmış, iyi ve kötü günlerini görmüş biri olarak bu iddiamın arkasındayım.

    Aslında ölen habercilik ya da medya değil, o medya organları ölüyor. Kanser olmuşlar ve kuruyup düşüyorlar. Ortada her şeye rağmen bir reklam pastası da var ki bu karambolde kimsenin bakmadığı basına gidemeyen bu paralar başta Google reklamları olmak üzere Twitter ve Instagram fenomenlerine akıyor. Şimdilik daha az ama yine iddia ediyorum, 2023 yılında dünün anlı şanlı gazetelerinden daha çok kazanan trend setterlar görebiliriz.

    Gelelim çıkış noktamıza: Peki bu kadar kötü şeylerin olduğu Türk medyasına neden yeni yabancı basın organları girip duruyor? Sebep aslında pek basit: Çünkü şu anda doğru bir basın organizasyonuyla bu ülkede medya işiyle uğraşıp orada kaybetmeniz imkansız. Tüm medya o kadar kötü ki evrensel birkaç değeri uygulayan, sorgulayan, her iki farklı görüşe de mikrofon tutan yabancı basın organları kayıtsız şartsız kazanır. İtibar da kazanır, alan da kazanır ve hatta para da kazanır.

    Peki “bunlar gelirse ülkemizin dirliğini bütünlüğünü bozarlarsa ne yaparız bununla nasıl başa çıkarız” şeklinde korku içinde soru sorup duranlara cevaplar verelim: Ülkemizde dirlik yok. Bu adamlar ülkeyi bölücü faaliyet gösterirlerse ülkenin kanunları devreye girer zaten. Bir de adamlarla başa çıkmanın en kolay yolu (niye hep bir başa çıkma çabası, hep bir savaş isteği onu anlamak da zor) onları kendi silahlarıyla vurmak: Adam gibi nabercilik yapmak ve dürüst medya organları yaratmak.

    Ama bu son söylediğimizi yapmak, atom bombası üretip o ülkeleri patlatmaktan daha zor geliyor birilerine. Şu anki çirkefe batmamış tüm basın organları el üstünde taşınır. Ama bunu anlayacak zeka ve birikim lazım.

  • Bir zamanlar ve bu zamanlar gazetecilik

    Bir zamanlar ve bu zamanlar gazetecilik

    Gazetecilik yapan biri olarak minik minik notlar almıştım geçen 10 yıl içinde. Onları sizinle paylaşmak istiyorum:

    • Bir zamanlar bir şirketten bilgi alabilmek genel müdüründen cevap alabilmek için sekreteriyle günler boyu konuşur, fakslaşır ve gerektiğinde kapısında beklerdik
    • Bir zamanlar birinden bilgi aldığımızda yazacağınız yazıyı bize gösterir misiniz deme cüretini gösteremezdi karşıdakiler. Bugün neredeyse gel beraber yazalım diyecekler
    • Bir zamanlar bir gazeteci yazı yazdığında onun halk tarafından okunur veya bakılır hale gelmesi için en az üç kişi haberin sağını solunu kurcalardı. Şimdiki gibi hop güm ptt haber girdi sepete yapmazlardı.
    • Bir zamanlar bir gazeteciye kötü davranıldığı zaman bütün gazeteciler topluca ayağa kalkıp olaya tepki gösterirlerdi. Sadece o gazetenin içindekiler değil, rakip gazetedeki gazeteciler de…
    • Bir zamanlar gazeteciler maaş aldıktan sonra ay sonunu görür, hatta üç kuruş da artırıp onunla asla alamayacakları şeylerin hayallerini bile kurabilirlerdi.
    • Bir zamanlar gazeteciler okurdu. Kitap okurlardı, haber için okurlardı, sabah işe gelirken ve geldikten sonra öğlene kadar gazete okurlardı. Bilgilenirlerdi. Gazetecinin bir konuyu, hele ki kendi uzmanlık konusunu bilmemesi çok büyük ayıp sayılırdı.
    • Bir zamanlar gazetecinin bir haberi yazarken büyük ya da küçük maddi bir hata yapması çok korkunç karşılanırdı. Büyükler, hatayı yapan küçükse karşısına alıp uzun uzun nasihatler çekerdi. Hata çok büyükse gazeteci şutlanırdı, ağzını açıp da bir şey söylemezdi.
    • Eskiden de bir patron, bir parti ya da bakış açısının çıkardığı gazeteler olurdu. Eskiden de taraf tutulurdu. Ama gazeteciler ellerinden geldiğince bunun bir tarafı olmamak için çırpınıp durur kendi işini yapardı. Genellikle simit yiyip bu işin bir parçası olmazlardı. Bugünün genel bakış açısı olan yavşaklık çok azdı.
    • Bugün insanlar durdukları yere bakıyorlar. Gazetecilik değil gazetede adının çıkması önemli onlar için.
    • Bugün gazetecilerin büyük çoğunluğu aldığı para için değil oradan aldıkları minyon prestijle farklı kurum ve kuruluşlardan para kazanmak için çalışıyorlar.
    • Bugün gazeteciler çalıştıkları yayının birinci sayfasında yalan, dolan ve iftira olmasını, ırkçı haberleri ve ülkenin zararına yazıları görmezden geliyorlar. Olsun ben spor yazıyorum, teknoloji yazıyorum, burç yazıyorum gibi onların cehennemde yanmasını engellemeyecek bahanelerin arkasına sığınıyorlar.
    • O yıllarda gazeteciyim dediğimizde insanlarda saygı uyanırdı. Şimdi biraz nefret, biraz acıma, çokça küfür eder gibi bakıyorlar.
    • Bugün bütün gazeteciler, gazete dışı bir yerden ekmek yemeye çalışıyor.
    • Bugün gazeteci olduğunu sanan ve bunu uluorta iddia eden bütün varlıklar SEO dilinde haber yazıyorlar. Peki bugün maç kaçta? Peki sizce bilmem kim nereye oturdu gibi başlıklar basının istiklal marşı haline dönüştü. Eskiden olsa bu başlığı atan rezil edilirdi itinayla.
    • Eskiden haber tartışırdık. Şimdi bir iki kişi kendi aramızda konuştuğumuz zaman kendimizi mutlu hissediyoruz. Kalanların en büyük tartışması, sürekli birbirinin dedikodusunu yapmaları…
    • Eskiden reklamcılarla sadece gazetenin yemekhanesinde yan yana gelirdik şimdi herkes birer reklamcı olmuş, bir basın toplantısının ardından bütün gazetecilerin en çok yapmayı sevdikleri şey patronun yanına gidip arsızca reklam istemek…
    • Eskiden milletin haberini çalıp duran onedio, listelist gibi varlıkların canına okurduk çünkü çalıp çırpmak çok ayıptı. Şimdi girişimci diye el üstünde tutuluyorlar.

    Bu duruma gelmemize katkıda bulunan herkesin Allah belasını versin.

    Not: Görsel, Emil Zola’nın Dreyfuss olayı için ülkenin cumhurbaşkanına yazdığı suçlama manşetidir…

  • Bir sandık görevlisinin evrak-ı metrukesi

    Bir sandık görevlisinin evrak-ı metrukesi

    Seçimin içinin nasıl olduğunu size içinde bulunan bir insan olarak anlatayım istedim. O öyleydi bunu böyle yapmışlar diyenler için önemli bir kaynak olur belki. Çok ciddi bilgi sahibi olduğunu düşünenlerin dahi buradan alabileceği bir şey vardır belki…

    Birkaç senedir sandıklar konusunda ciddi sorunların olduğu, sandıklarda yapılan şeylerin demokrasiye ne kadar direkt müdahale olduğunu söyleyen çok insan oldu. O yüzden de birçok seçimde sandığa gidip oraya sahip çıkma üzerine adımlar attım. Sonuçta düşünecek olursanız son 4 yılda 7 seçim yapıldı.

    Geçen seçimlerde yaşadıklarımı bir kenara bırakarak direkt bu seçimlerde yaşadıklarımı başından itibaren onlatayım ki taze bilgi olsun.

    Sandığına sahip çıkmayan adam değildir, sandıkta çalışanlar çok büyük adamdır tarzı yaklaşımlar benim de canımı sıktığı ama yine de her sene olduğu gibi sandığa başvurdum CHP üstünden. Niye CHP üstünden? Seçmeniyim, göreli olarak fikir ayrılıklarım daha az diye.

    CHP’ye ulaşma uğraşlarım bu sene daha bir sonuçsuz kaldı. Tam umudumu kaybederken parti içine direkt müdahil olabilen bir arkadaşımın araya koyduğu “torpille” CHP’den haber geldi. Sizi arayacağız dediler. Nerede oturuyorsunuz diye sordular, söyledim. “Size yakın bir sandık bulacağız” dediler “hayır nerede zorlanıyorsanız oraya gönderin beni” dedim. Sevinerek teşekkür ettiler. Bekle Allah bekle ses soluk çıkmadı. Herhalde unuttular dedim. Ardından tanımadığım bur telefon numarasından eğitime çağrıldım.

    Kalabalık bir salonda tüm bilgi güvenliği kurallarını hiçe sayıp adımızı telefonumuzu ve TC kimlik numaramızı beyaz bir kağıdın üstüne çirkin el yazımızla yukarıdan aşağı yazıp bu kağıtta bur üsttekinin tüm gizli bilgilerini görebilirken omuz silktim ve eğitime girdim. Muhtemelen eğitimcinin eğitimini almamış bir abla bir sunum yaptı. Şirkette birisi böyle bir eğitim verse kesin söylenirsiniz. Ama orası dayanışma ortamı ve eldekiyle yetinmek zorundayız. Peki. Eğitimde yapılan sunumu istedik veremeyiz dediler. Doküman istedik belki bir ara veririz dediler. Tabi ki vermediler.

    (daha&helliip;)

  • Yapay zekaya tapan keynote fütüristlere dair…

    Yapay zekaya tapan keynote fütüristlere dair…

    Keynote speaker diye bir kavram var. Belli başlı bazı abiler ve ablalar, vizite başına belli ciddi ücretler kesip belli korularda havalı konuşmalar yapıyorlar. Yapay zeka, endüstri 4.0, sosyal pazarlama gibi çok havalı ama içi boş kavramları o salondan çıktıktan sonra hatırlamayacak, aklına gelip de Google’dan aramayacak insanlara anlatıyorlar.

    Toplum çok acayip. Ülkede internet değişim noktası yok, ülkede fiber yok, ülkede öğrencilere verebileceğiniz bilgisayarı yapacak firma yok, ülkede Türk baz istasyonu kullanmak isteyen firma yok, ülkede internet ansiklopedisi yok, bilişim öğretmenlerine ders saati yok ama bizim keynote’lar hep yapaydalar hep zekadalar. Bir şeyin sonuna 4.0 gibi 4.5 gibi rakamlar konunca onları havalı sananlar için İngilizce kelimelere takılar getirip teknik konuştuk izlenimi uyandırıyor ve para kazanıyorlar.

    Ülkemde hangi köşeyi dönseniz bir TED etkinliği var, kalabalıkta elinizi sallasanız bir TED konuşmacısına takılıyor. Ama takılmadan 4’ten 12’ye kadar İngilizce sayamıyoruz. Kürk Mantolu Madonna’yı “La Isla Bonita” şarkısıyla tanıyor ama Yul Bryner bilmeden WestWorld seyredip yapay zeka üstüne fütürist fikirlerimizi fışkırtıyoruz.

    Twitter’a Hashtag kullanmadan yazacak 200 karakterlik izlenebilir bir fikrimiz yok ama Instagram’da üç kameralı telefonlarla çekilmiş filtreli fotoğraflarla trendler yaratıyoruz.

    Fütürizm mi istiyorsunuz? Alın size mevcut verilerden çıkardığım birkaç tanesini vereyim. Çok havalı değiller. Sunum için üstüne koyacağımız stok fotoğrafları da yok. Ama geleceğe dairler işte. Yemin etsem başım ağrımaz:

    • Şirketler yakın zamanda “biz ne malmışız, bunlara niye para veriyoruz” diyecekler
    • İzleyiciler bir vadede kendilerine anlatılanların bulunduğu Google aramalarını keşfedecekler
    • Yapay zekanın aslında ancak kendilerini kodlayanlar kadar akıllı olduğunu, bu kodlamaların içnde dünyayı le geçirecek “If humanity fucks up Then fuck the World” satırının bulunmadığını anlayacaklar.
    • Önlerine getirilen insansı robotların insansı olmasının gerekmediğinin farkına varacaklar. Robotlara konan burun ve kaşların aslında birer pazarlama hilesi olduğunu keşfedecekler.
    • Bir haftada seyredilmeye çalışılan 9 sezonluk dizinin bir güzel yazarın romanının bir bölümü etmediğini anlayacaklar.
    • Gerçek fütürizmin Amerikan donanım sitelerinden değil H. G. Wells’ten beslendiğinin farkına varacaklar.
    • George Orwell’in bir sözünü hatırlatayım belki Keynote’lardan biri bunu br sunumda kullanır: Gazetecilik, birilerinin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır; gerisi halkla ilişkilerdir. Geceleri eğlenmeli, hafta sonlarında otelde kalmalı basın toplantılarına giden teknoloji yazan gazetecilerin birinin bile oradan onları çağıran şirketleri rahatsız edebilecek tek bir satır yazmaması çağrıştırdı bana bu sözü. Böyle devam edecek bu durum. Bu da son ama çok bariz fütürist madde olsun.
  • Mualla’ya ruhunda hicranı çapkınlık için söyletmezsiniz

    Mualla’ya ruhunda hicranı çapkınlık için söyletmezsiniz

    Bir mekandayız. Ortama girince yaş ortalamasını bir puan yükseltiyorum o derece gençler var ortamda. Ortamda DJ coşturmak için Türkçe çalıyor. Ama orası özel bir mekanmış çıstak müzik yok. Nostaljik çalıyorlar. Nostaljik dedikleri de 1990’lar. Bu bana kendimi daha yaşlı hissettiriyor.

    1990’ların başına döndükçe gençler vaaoov gibi sisler çıkararak ne kadar mutlu olduklarını belirtiyorlar DJ’e. Arada Levent Yüksel’in az nitelikli sesiyle Orhan Veli’nin Dedikodu şiirini seslendirdiği şarkı çalıyorlar. Gençler Orhan Veli’nin müstehzi kıtalarını kikirdeyerek bağıra çağıra söylüyorlar (Orhan Veli o yüzden bestelenmemeli, olmuyor işte)…

    Arada Levent Yüksel şarkıya renk katıp şarkıyı durduruyor ve hani o Mualla’yı sandala atıp ruhumda hicranı söyletme hikayesi diyor. Aman gençler bir kikirdiyorlar bir gülüşüyorlar. Belli ki kafalarında sekse yakın bir algı resmi çıkıyor.

    Oysa beyler bayanlar bilmiyorlar ki bu şarkı Üzgünüm Leyla olarak da bilinen şarkı Sadeddin Kaynak’ın muhteşem Segah makamı bestesi ve Vecdi Bingöl’ün sözlerinden oluşan bir efkar şarkısıdır. Bir adam bir kadından bir sandalda ruhundaki hicranı söylemesini istiyorsa onunla sevişmek değildir niyeti.

    Gidin Orhan Veli’nin İstanbul’u dinlediği Aşiyan’a… Oturun heykelinin yanına. Bağıra bağıra söyleyin ya da söyletin birine bir şarkıyı. Bakalım kikirdeyecek bir şey bulabilecek misiniz içinde…

    En neşeli şiiri Bugün de Akşam Oldu olan Vecdi Bingöl’ün şarkılarını şiirinde geçiren Orhan Veli… Sadece 1940’ların değil bugünün de çok az anlaşılabilen bir şairi…

  • Korku filmleri ahlakçı mı ahlaksız mı?

    Korku filmleri ahlakçı mı ahlaksız mı?

    Korku filmlerinin sinema ya kattığı ve ondan aldığı çok şey var. Ben yaş itibarıyla daha çok korku filminin çekildiği, sinema ve videoya aktarıldığı zamanlara denk geldim. Meraklıydım da, neredeyse hiç açık bırakmayacak kadar çok korku filmi seyrettim.

    Korku filmlerinin her şeyini bir kenara bırakalım, o ahlaksız tarafı beni çok sinirlendiriyor. Hayır o ahlaksız taraf derken memeleri gözüken kadınları ve minik minik her filme giren sevişme sahnelerini kastetmiyorum. Bizim zorla burnumuzdan içeri ittikleri şeyi anlatmaya çalışıyorum.

    Korku filmlerini dikkatle seyredin ve göreceksiniz ki toplumun genel ahlak yapısına karşı gelenler ilk önce ölenlerdir. İlk sevişen, ilk içki içen, ilk uyuşturucu alan… Kötü adamlar kendi içlerinde öylesi bir yüksek ahlaka sahiptirler ki bu adamları yaşatmazlar. Bir de önem sırasında önce bu “ahlaksızlara” dalarlar.

    Şimdi burada tartışmamız gereken önemli bir konu var:

    Sizce korku filmlerindeki bu canavarlar, ahlakı yaymak için mi ahlaksızları öncelikli ve garantili bir şekilde tepeler…

    Yoksa tam tersi korku filmi senarist ve yönetmenleri “ahlaksızları dövenleri” hep canavar ve kötü insan olarak gösterir de bu ahlakçılara karşı bir tepki yaratmayı mı hedefler…

    Bu noktada net bir cevabım yok…

  • Peyami Safa ve dostluğa “rağmen” doğrular

    Peyami Safa ve dostluğa “rağmen” doğrular

    Zor zamanlar yaşıyoruz kendini ifade etmek, doğru bildiklerini anlatmak ve farklı konuşmak için. Yazılacak yerler azaldı. Yazacak insanlar azaldı. Doğrunun ciddiyeti o kadar da kalmadı. PR dünyasında tanıtımı yapılmak istenen şeylerin dostluk filtresi kapsamında sizlere bir dostluk ve doğruluk hikayesi yazmak istedim. Herkes alırını alsın buradan…

    Peyami Safa. Türk edebiyat tarihine adını psikolojik roman yazarı olarak tanıtmış çok önemli bir şahsiyet. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile tanıyor ve biliyor onu adını bilenlerin büyük bir çoğunluğu.

    Nazım Hikmet. Ülkenin görüp görebileceği en önemli şairlerden biri. Onun adını bilmeyenler yazıyı okumayı hemen burada kesebilirler. Gerçekten üzülmem.

    Peyami bey ile Nazım beyin yolları edebiyat dünyasında kesişiyor. O yıllarda Safa, Cumhuriyet gazetesinde çalışıyor. Fakir bir çocukluğun altından belki de oh diyebileceği zamanlar bunlar. Bir af çıkıyor ülkede ve bu affa atfen Nazım Hikmet ülkeyle geliyor. Ülkesini ne kadar sevdiğini söylemeye gerek yok. Ama gelmesiyle birlikte tutuklanması da bir oluyor. Peyami Safa ilginç bir adam ve hemen o zamanki ülkenin genel gidişatına göğüs gererek gazeteye onun Yanardağ isimli şiirini koyuyor:

    Kesildi yanardağın şahdamarı! 
    Kara toprak altındaki ağlamaları: 
    fışkırıyor haykıran kan 
    rüzgârı şeklinde! 

    İsyanı dinleyiniz yanardağın ağzından! 

    Boğazından: 
    güneşleri kırmızı balonlar gibi fırlatıyor dumanlara! 
    Bir alev su halini vermiş ummanlara: 
    yanardağın yanan gönül kızıllığı! …

    Varsın otursun, isteyenler dört duvardan evinde! 
    Kartal kayalardan seyredelim biz
    kanayan gönüllerin
    göke vuran rengini! 

    Etimizi saran yünü parçalayarak çırılçıplak
    Yıkanalım çelik çubuklar gibi yanardağın alevinde
    Yıkanalım! 
    Yanalım! 

    Bu şiiri okuyan devlet yetkililerinin yürekleri ısınıyor ve Nazım’ı hemen hapisten çıkarıyor… Ne diyorsunuz siz yahu, burası o zaman da Türkiye. Cumhuriyet gazetesi bir yazı yayımlayarak Nazım Hikmet’in kesinlikle kendi görüşlerini yansıtmadığını dile getiren bir “açıklama” yayınlıyorlar. Peyami Safa da alın Cumhuriyet’inizi başınıza çalın diyerek gazeteden ayrılıyor.

    Aradan yıllar yıllar geçiyor. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu isimli romanı çıkıyor. Nazım Hikmet bu romanı okuyup çok etkileniyor. Şöyle bir yazı yazıyor romanla alakalı:

    Ben, Peyami’nin bu son romanını üç defa okudum. Otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım… Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, Çalıkuşu’na ağlayanların anlaması kabil değildir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, on bin, yüz bin, bir milyon satardı. Eğer ızdırabı, azabı ve neşeyi çoşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma ve yazma bilselerdi.

    İkisi beraber aynı gazetede, hatta o zamanın ağır solcu gazetelerinden Tan gazetesinin sayfalarında birlikte fikirler savundular. Ki o Tan gazetesi ismi, belki de o zamanki fikirlere zarar vermek için 12 Eylül sonrasında çıplak kadın resmi yayımlayan bir yayına verildi. Sakın ola ki aynı gazete sayılmasın…

    Ancak Peyami Safa ile Nazım Hikmet arasında ciddi bir fikir ayrılığı vardı: Nazım Hikmet komünizmi savunan sol görüşlü biriydi. Peyami Safa ise hiçbir zaman o tarafa yakın olmadı, olamadı. Birbiri için gönüllü olarak işinden olan, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş, doğru bildikleri hayat görüşü yüzünden karşı karşıya geldiler. Görüşlerinden ikisi de ödün vermedi. Her ikisi de kalem üstadı olduğu için seyirlik bir tartışma yaşayarak neredeyse düşman oldular.

    Kader birliği yaptılar. Belli ki birbirlerini çok sevdiler. Ama görüşler ve fikirlerini bu dostluğa rağmen terk etmediler. Fikirler kaldı dostluklar gitti.

    Cingöz Recai filmi ile dahi tartışılmayan Peyami Safa’yı size farklı bir tarih ile anlatmak istedim…

  • “Atlet”ik itibar yönetimi

    “Atlet”ik itibar yönetimi

    İtibar yönetimi ip cambazlığı gibidir: Ne kadar yüksekte olursanız o kadar tehlikelidir. Elinize aldığınız çubukla kimseye vuramaz, kimseyi de dürtemezsiniz. Ama o çubuk olmazsa düşer ölürsünüz. Herkesin gözü sizdedir. Yapmanız gereken tek şey ileri gitmektir ki zaten geri gitmek neredeyse imkansızdır. Orada sadece yapmanız gereken işi yapmaz, işin içine başka varyeteler katmaya çalışırsanız ölürsünüz. Aşağıya bakarsanız düşüp ölürsünüz, gözünüzü hep ileri dikmeniz gerekir. Belli bir seviyede değil, işinizin her anında tetikte ve konsantre olmalısınız.

    Siyasi itibar yönetimi daha enteresan, daha zor bir meslektir. Çünkü bir yandan sizi seven insanlara güzel gözükmeli ve sizden bahsetmelerini sağlamalı, bir yandan sizi sevmeyen insanları kendi tarafınıza çekmek için onlara yönelik adımlar atmalı, diğer taraftan da mümkün olduğunca sizi o anda tutmayanların sizin hakkınızda kötü konuşmalarını engellemek zorunda kalırsınız.

    İktidar sahipleri için itibar yönetimi göreli olarak daha basit bir düzlemde oynanan bir oyundur. Çünkü oraya geldilerse mantık olarak sevenleri çoktur. Orada oldukları sürece onlara yaranmak isteyen insanların sayısı diğer siyasetçilere göre daha fazladır. Bulundukları konum itibarıyla sözleri daha çok dinlenir ve kendilerini ifade edecek araçları daha fazladır. Hata yapmaları durumunda bu saydığım sebepler yüzünden ona avukatlık yapacak kitle daha geniştir.

    Oysa özellikle muhalefet için iş çok daha zordur: Öncelikle daha fazla sayıda insan sizi eleştirir. Size yandaş olanlarda dahi birinci olamadığınız için bir başarısızlık algısı vardır üstünüzden atmanız gereken… Daha az iletişim imkanıyla daha çok şey söylemek ve yapmak durumundasınızdır.

    CHP bu konuda ciddi ve önemli adımlar attı. Adalet Yürüyüşü adını verdiği bir etkinlik gerçekten de ülkede iktidarın bile zaman zaman ulaşamadığı dinlenme ve izlenme oranına ulaştı. Bu noktaya kadar sorun yok.

    Ne var ki sonrasında devam iletişimi olarak tanımladığımız ses yükseltme konusunda ciddi sorunlar çıktı. Devam iletişimi olarak etkinliğin nasıl geçtiğini biraz geç de olsa anlatacak resimlerde parti liderinin atletle yemek yiyen resmi, biraz da iktidar sahiplerinin karşı iletişimiyle zarar veren bir konuma geldi.

    Adalet yürüyüşünde temel mesajlardan biri elbette adaletti. Ancak ikinci aşamada mutlaka zorlu yürüyüş gelmeliydi ve üstüne basa basa da vurgulanmalıydı. O sıcak, o uzun yol, o emek… Bunu nasıl verirsiniz? CHP bu konuda atletli bir resmi seçti.

    İtibar yönetiminde temel kural, iletişimin her alanında tutarlı olmaktır. Siz; her gün gazete ve televizyonlara ceket ve kravatıyla çıkan, devlet tedrisatından geçme, yürüyüşlerde bile ceketini zorla çıkıp, spor ayakkabısı giyen birinin itibarını yönetiyorsunuz. Hangi sebep ve şart altında bu imajı yıkıp sözcünüzü olduğundan bambaşka, hiç alışılmadık bir haliyle göstermek istersiniz ki? Bu iletişiminize ne kazandırır?

    Atletle çekilmiş bir resmin adalet ya da zorlu yürüyüş kavramına pozitif bir etkisi var mı? Ben bulmakta zorlanıyorum. Ha bunu bazı iktidar mensuplarının söylediği gibi çirkin buluyor muyum? Kesinlikle hayır.

    Özellikle fikirlerini dinlemek ve peşinden gitmek istediğim insanların fiziksel özelliklerini takip etmem. Çoğunlukla gazeteden okurum onları ya da radyoda dinlerim. Televizyona çıktığında detaylı incelemede yaparım. Böylesi kurumsallık dışı kıyafetler onun bendeki imajı üstüne yerleşirse her sesini duyduğumda karşımda ceket kravatlı bir insan görmek yerine atletli birini görürsem benim için de onlar için de süper olmaz.