Kategori: Sinema

  • İşi geleceğin sorunları olan sinemacı

    İşi geleceğin sorunları olan sinemacı

    Sinemacıları teker teker eserleriyle değil toplu portföyleriyle incelemeye bayılırım. Bir film seyrettim. Yönetmenini biraz inceleyince aslında tüm filmlerini seyretmiş olduğumu anladım. Bu adamı size biraz anlatmak istiyorum.

    Andrew Niccol isminde bir yazar, senarist ve yönetmen bu adam. Yeni Zellanda’da doğmuş. Londra’da reklam çekmeye başlamış. Sonra film çekmek için Los Angeles’a gitmiş ve oradan yürümüş.

    Niccol’ün olayı, kendi yazdığı hikayeleri ağır bir gerçeklikle çekmesi ve her seferinde güzel insanları kullanarak seyirlik filmler hayata geçirmesi. Ancak esas olayı, gelecekte başımızdan geçecek bir zorluğu olanca çıplaklığıyla yüzümüze çarpması. Böylece bunu düşünüp daha adam gibi davranacağımızı umuyor. Şimdi onun filmlerine teker teker bakarak hangi yaralara parmak bastığını teker teker inceleyelim. Unutmayın: Niccol bu filmleri yazdı ve yönetti.

    (daha&helliip;)

  • Westworld’ün orijinali “boru” değildir

    Westworld’ün orijinali “boru” değildir

    Şu anda televizyonda oynamakta olan Westworld dizisi ve orijinali kesinlikle öyle bir çırpıda yiyip bitirebileceğiniz bir sabun köpüğü değildir. Özellikle orijinali bilim kurgu dünyasına çok ciddi katkılarda bulunmuştur. Size hızlıca birkaç tanesini benim yorumlarımla vereyim…

    (daha&helliip;)

  • Korku filmleri ahlakçı mı ahlaksız mı?

    Korku filmleri ahlakçı mı ahlaksız mı?

    Korku filmlerinin sinema ya kattığı ve ondan aldığı çok şey var. Ben yaş itibarıyla daha çok korku filminin çekildiği, sinema ve videoya aktarıldığı zamanlara denk geldim. Meraklıydım da, neredeyse hiç açık bırakmayacak kadar çok korku filmi seyrettim.

    Korku filmlerinin her şeyini bir kenara bırakalım, o ahlaksız tarafı beni çok sinirlendiriyor. Hayır o ahlaksız taraf derken memeleri gözüken kadınları ve minik minik her filme giren sevişme sahnelerini kastetmiyorum. Bizim zorla burnumuzdan içeri ittikleri şeyi anlatmaya çalışıyorum.

    Korku filmlerini dikkatle seyredin ve göreceksiniz ki toplumun genel ahlak yapısına karşı gelenler ilk önce ölenlerdir. İlk sevişen, ilk içki içen, ilk uyuşturucu alan… Kötü adamlar kendi içlerinde öylesi bir yüksek ahlaka sahiptirler ki bu adamları yaşatmazlar. Bir de önem sırasında önce bu “ahlaksızlara” dalarlar.

    Şimdi burada tartışmamız gereken önemli bir konu var:

    Sizce korku filmlerindeki bu canavarlar, ahlakı yaymak için mi ahlaksızları öncelikli ve garantili bir şekilde tepeler…

    Yoksa tam tersi korku filmi senarist ve yönetmenleri “ahlaksızları dövenleri” hep canavar ve kötü insan olarak gösterir de bu ahlakçılara karşı bir tepki yaratmayı mı hedefler…

    Bu noktada net bir cevabım yok…

  • Mr. Spock’tan öğrendiklerimiz

    Mr. Spock’tan öğrendiklerimiz

    Mr. Spock karakterinin Star Trek dizi ve filmlerinde söylediği enteresan sözleri topladım. Bunları arka arkaya koyunca Leonard Nimoy’un hayatımıza kattıklarımızı daha iyi anlamaya başlayacaksınız…

    Bilgisayarlar mükemmel hizmetlilerdir… Ama asla onların altında çalışmak istemem

    Kötülük müritleri olmadan yayılamaz

    Değişim tüm varlıklar için zorunlu bir süreçtir

    Yetersiz olgular daima tehlikeye davetiye çıkarır

    Kadınların direkt cevap vermekten kaçınma kapasitesini asla anlayamadım

    Komuta etmenin bunun gibi şartlar altında heyecan verdiğini alayabiliyorum. Ama ben bundan ne korkuyor ne de hoşlanıyorum. Komuta etmek sadece olgu ve mantık çerçevesinde ne yapılması gerekiyorsa yapacağım

    Volkanlar asla blöf yapmaz

    İnsan ırkının istemediği şeyleri elde etmek için ne kadar çok şey yaptığını görmek çok ilginç

    İmkansızı elediğiniz zaman geriye kalanlar, olasılık dışı dahi olsa, gerçektir

    Çoğunluğun ihtiyaçları azınlığın ya da tek kişinin ihtiyaçlarından daha önemlidir

    Kaptan, neredeyse şans diye bir şeyin varlığına beni inandıracaktınız

    Kritik zamanlarda insanlar kesinlikle tam olarak görmek istediklerini görür

  • Hiçbir kitabının filmini seyredemeyen üstad

    Hiçbir kitabının filmini seyredemeyen üstad

    Philip_K_DickPhilip K.Dick… Bilim kurgunun babası hala oğlu gibi saçma tanımlara girmek bence yanlış. Değişik bir düşünce yapısı vardı. Zamana takıntılıydı ve bunu da hemen her yazısında bize yedire yedire gösterdi.

    Ama ben biraz bu adamın bararısızlıklarla dolu hayatına bakmak istiyorum. İkizi vardı, öldü. 1928 doğumlu biri olarak 1950’lerde bilim kurgu yazmak gibi bir lanete sahip oldu. İlk hikayesi 1951’de yayımladı. O da popüler romanlar yazmak istese de hiç tutturamadı. Yazısı daima övgü aldı ama dünyanın en zengin yazarlarından biri olamadı.

    Blade Runner olarak tanıdığımız “Do Androids Dream of Electric Sheep?” eserinin filmeştirildiğini görebilirdi belki… Eğer 1982 yılının Haziran ayında film vizyona girmeden 4 ay önce bir şubat günü kalp krizi geçirip beyin aktiviteleri durmamış olsaydı…

    Sonrasında neredeyse tüm kitapları filmleştirildi. Sadece Total Recall iki kez film oldu. En büyük gişe başarısını yakalayan kitabı Spielberg imzalı “The Minority Report” oldu. Toplamda sadece salon gösterimleriden 528 milyon dolar gelir elde etti yazdığı fikirler. Ama o bu paraları göremedi.

    Şimdi herkes onun yarattığı dünyanın filmlerinin hastası. Ama çoğu, yazarın o olduğunu bilmiyor bile…

  • Cennete dair…

    Cennete dair…

    the_five_people_you_meet_in_heaven_the_blue_man

    Cennet yan gelip yatacağın bir bahçe değil, dünyadaki hayatını anlayacağın bir aydınlanma mekanıdır (Five People You Meet in Heaven)

  • Arkadaşlığa ve insanlığa konan kelebek

    Arkadaşlığa ve insanlığa konan kelebek

    İlk okuduğum kitaplardan biriydi Kelebek. Evde vardı niye bilmiyorum. e yayınları baskısıydı. Henri Charriere diye bir Fransız abi yazmıştı. Okuduğumda çok küçüktüm. Filmini seyrettiğimde de. Babam daha ilkokulun ilk yıllarında kitabı okuduğum için beni onun sinemasına götürdü sanırım. Steve McQueen ve Dustin Hoffman’da seyrettim.

    Genel olarak hikayeyi anlatmak gerekirse… Henri Charriere’in gerçekten hapse tıkılıp oradan kaçtıktan sonra yazdığı bir roman bu. İnsanın özgür kalmak için sınırlarının ne olduğunu anlatmaya çalışıyor cümle aleme.

    Eserin içinde birbirin satan insanlar var. Birbirlerinin üstünden geçinen, birbirinin kuyusunu kazan, biraz daha iyi yaşamak için diğerinin hayatının pisliğe batmasını umursamayan… Ama diğer taraftan bulunduğu hücrede ölmesin diye arkadaşına öldürülmek pahasına yarım hindistan cevizi gönderen arkadaşlar, hindistan cevizi gönderen arkadaşını ele vermemek için altı ay boyunca yarım öğün yemek yiyen ve hücre cezasını uzatılmasına sesini çıkarmayan adamlar…

    Charriere romanı yazarken abartmış, suyunu çıkarmış olabilir. Gerişe dönüp arkadaşlıklarınızı gözden geçirin. Biriyle arkadaş gibi arkadaş olduğunuzu anlamak için Şeytan Adası’na gitmek mi lazım?

  • Balon bir hikaye değil

    Balon bir hikaye değil

    Yeni sinemacılar bunu çok iyi yapıyorlar. Filmlere çocuk filmi süsü vererek çocukların ailelerini sinemaya sürüklemesini sağlıyorlar sonrasında filmin içine iki üç tane abidik çocuk diyaloğu koyduktan sonra geri kalan her şeyi büyükler için yapıyorlar. Böylece büyükler ne zanan o filmin yapımcısının (mesela Pixar) logosunu görse çocuğundan daha çok istiyor o filme gitmeyi. Üstelik çocukları için gidiyor gözüktükleri için büyük boy bir vicdani rahatlama da yaşıyorlar.

    UP isimli film de bunlardın biri. Az önce seyredip vicdani rahatlamamı yaşadıktan sonra bunun analizini sizinle paylaşmak istedim. Kesinlikle filmin içindeki kavramların yarıdan fazlası çocuklar için çok fazla. Yanlış demiyorum çok fazla… Mesela bir adamın çocukluk aşkıyla tanışması. Sevdiği kızla aynı hayalleri paylaşması ve bunun için evlenmesi… Kendi küçük dünyalarında para ve puldan uzak yaşamaları ve buna dayanmak için ortak hayallerini kullanmaları. Kadının kaybıyla beraber monotonlaşan hayat… Evini satmayan, kapitalizme teslimiyeti reddeden bir ihtiyar. Çocukluk hayallerinin yıkılması ve bundan yeni bir mutluluk yaratma çabası. Çalışmak zorunda olduğu için oğluyla ilgilenemeyen baba modeli…

    Böyle söyleyince sanki Shakespeare eseri anlatıyormuşum gibi oldu değil mi? Alt tarafı bir Pixar animasyonu. Ama o kadar çok kavram var ki. Bu arada esprilerin de büyük kısmı çocuklar için değil. Mesela filmin sonunda yaşlı adam ve çocuk yolun kenarına oturmuş arabaları sayıyorlar. Mavi arabalar, kırmızı arabalar… Yanlarında duran köpek ama o gri diyerek bombayı patlatıyor. Seyreden büyüklerin bir kısmı köpeklerin renk körü olmasına dayalı bu espriyi anlamadı bile. Değil ki çocuklar… 10 yaşındaki çocuklar kendilerine uzun uzun anlatılınca bile anlamıyor espriyi… Ama ilk duyduğumda anırasım geldi muhabbete.

    Bu yeni model sinemacılık fikrini çok beğeniyorum. Hem bir büyük olarak, hem ebeveyn olarak. Aptal ceylanlı kelebekli çocuk filmleri seyrederek çocuğumla geçirdiğim vakitleri heba etmek istemiyorum.

  • Westworld: Geleceğin teknolojisi ısırır filmi

    Westworld: Geleceğin teknolojisi ısırır filmi

    westworldGenellikle eskiden yapılmış bilim kurguları sevmem. Konuları, bilime bakışları, üstüne üstlük görsel efektleri çok hoş olmaz. Ama Westworld, Türkçe’ye çevrilmiş adıyla Batı Dünyası bu tanımların dışında kalıyor. 1973 yılında yapılmış, robotları anlatan bir film. Üstelik yazar ve yönetmeni, daha sonrasında Jurassic Park serisi, Congo ve Küre gibi filmlerin yazarı Michael Crichton. 1973 yılında sinema dünyasına çektiği ikinci film, yazdığı altıncı film.

    Geleceğin dünyasında heyecan ve macera arayan insanlar için bir Westworld kurulmuş. Bir western kasabası ve ortaçağ kalesinden oluşuyor bu dünya. İnsanlar buraya macera için geliyorlar ve onlar için hazırlanmış robotlarla bu macerayı buluyorlar. İnsanlar angut robotları birbiri ardına öldürüp, yeteneksiz şövalyeleri kılıçtan geçirip genç ve güzel robotları hoppili diye yatağa atarak kendilerini birer kahraman gibi hissediyorlar.

    Ne var ki robotlar kafayı yiyor, kontrolden çıkıyor ve biri hariç herkesi öldürüyor. O “biri” de zaten filmin “neredeyse kahramanı”.

    Filmin en baba robotu Yul Bryner. Robotluğun onun kadar yakıştığı bir başka karakter daha bilmiyorum. Robotluğun yanında silahşörlük de ona çok yakışıyor. Enteresandır Bryner’in filmde canlandırdığı karakter, 1960 yılında, filmin çekiminden 13 sene önce canlandırdığı The Magnificient Seven filmindeki karakterin neredeyse aynısı. Hatta bu karakter o kadar çok seviliyor ki filmin gösteriminden 5 yıl sonra, John Carpanter Halloween isimli korku filmini çekerken filmin ölmeyen karakeri Michael Meyers’i Yul Bryner’den esinleniyor.

    Filmograflar, bir filmde çekilen ilk dijitize görüntülerin (Yul Bryner’in gözünden görünen piksel piksel dünya) bu filmde kullanıldığını belirtiyorlar. Filmin çekim yılı göz önünde bulundurulduğunda bunun mümkün olduğunu söylemek lazım.

    Filmin konusu mükemmele yakın ama yönetmenliği konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil. Filmin sonunda inleyerek yardım isteyen kadının su içince kıvılcımlar saçması, robot olduğunun ortaya çıkması yanlış geldi. Filmin güzel gidişatına yakışmadı. Eğer bir kopyası elinize geçerse, eğer fırsatınız olursa mutlaka seyredin filmlerinden biri…

  • Ne güzel fantezimizdin sen Emmanuelle Abla

    Ne güzel fantezimizdin sen Emmanuelle Abla

    Bilinen en önemli erotik filmlerden biridir. Zaten filmin bilinmesi için yaklaşık 70 farklı sürümü çekilmiş hatta paralı erotik kanallara dizisi yapılmıştır. Hikaye Fransa’da çok satılan bir kitaptan alınmıştır. Emmanuelle Arsan adlı yarı Tayvanlı yarı Fransız bir kadın tarafından yazılmıştır. Arsan’ın hikayesi bildiğiniz filmin hikayesidir. 16 yaşında UNESCO’danFransız diplomatla evlenmiş olan bu kadın gerçekten de oldukça fantezik erotik şeyler yaşamış ve bunu yazıp çok para kazanmış bir insandır.

    Gelelim filme… Film erotik olmasının ve güzel kadınlar göstermesinin ötesinde çok bir değere sahip değil. Ama zamanının (1974) patlama yapan erotik film furyası içinde en çok çalışılmış, otantik mekanlara gidilmiş ve best seller olmuş bir eserinden uyarlama olmasından dolayı çok tutmuştur.

    Filmin en çok beğeni kazanmasını sağlayan değerlerinden biri elbette ki tüm zamanların en güzel kadınlarından biri olan Sylvia Kristel’in varlığıdır. Kaşı gözü ve özellikle de vücudu on numara olan bu kadın film çekildiğinde 21 yaşında tazecik olan bu hatun filmde birçok erkeği kendine aşık etmiştir. Benim görüşüm o ki filmde asla çıplak olmasa, o dik dik bakışlarıyla hasır sandalyede oturmasa bile herkesi kendine aşık edebilirdi. Genellikle devam filmlerinde orijinal filmde oynayan hatunu oynarken görmeyiz ama Kristel Emmanuelle 3′e kadar oynamıştır. Sonrasında hüzünlü dramalarda komedi filmlerinde kendini gösterse de genellikle hiçbir yerini açmamış olsa bile fantezi rollerinin kadını olmuştur.

    Filmin içinde aslında kimsenin ulaşamayacaı fantezilere raslıyoruz: Örneğin uçak koltuğunda sevişmek, hemen arkasından uçağın tuvaletinde seks yapmak, üçlü seksin bir parçası olmak, kamuya açık ortamlarda biriyle birlikte olmak… Bunlar itiraf etmese de hemen her erkeğin rüyalarının bir parçasını süsler. Kadınların da süsler mi oturup sonra tartışalım.

    Film Türkiye’ye ancak 1978 yılında artık seks filmleri furyasının patlama yaptığı zamanlarda gelmiştir. Büyük sinemalarda sanat filmi tadında oynamamıştır. Ama derin seks filmi oynatan sinemalara da düşmemiştir. Çok beğenilmiştir. Yine de E.T. filminin dahi remake’ini yapabilen Yeşilçam bu filmin Türkçe tekrarını yapmayı göze alamamıştır. Zaten kim inanır ki bir Türk kadınının öyle Tayvanlara gittiğine orada seks yaşadığına…

    Bu film için araştırma yaparken yanlışlıkla Kristel’in son halini gördüm. Yaşlandığımızı onun son halini görünce anladım. O zamanlarda sinemaların önünden geçerken yan gözle çaktırmadan bakıp hayranlık duyduğumuz kadın, 58 yaşında olmasının da getirdiği şartlar yüzünden çok kötü olmuş. Ama o hala şu anda 40 – 70 yaş arasında olan erkeklerin fantezisi…