Gözlerini gözlerimden ayırma hiç

ates-340x340Başladıktan tam 16 gün, 4 saat sonra şiddet durdu. Nedensiz başlamış, nedensiz durmuştu. En azından çevredekiler öyle sanıyorlardı. Askeri birlikler temkinli bir biçimde silahlarını indirdi. İtfaiye kırmızı ışıklarının tamamını söndürüp siren seslerini sonuna dek kısarak söndürme işlemine girişti. O yaygarasıyla bilinen ambulanslar bile sessizdi. Öyle söylenmişti. En ufak bir çıtırtı bile felaketin yeniden başlamasına neden olabilirdi. Son 388 saat bunu herkese çok iyi öğretmişti.’

‘Her şey başladığında henüz ortalık aydınlıktı. Belki de işin vahameti bu yüzden anlaşılamadı. Alevler ne kadar büyürse büyüsün ortalık aydınlıktı ve olayın gerçekleştiği meydana gelmeden kimse yangının ne kadar büyüdüğünü anlayamıyordu. Sürekli bir yerler, sonra yeni bir yerler tutuşuyordu arka arkaya. Eğer bu bir terörist saldırıysa, böylesi, şimdiye dek ne görülmüş, ne de duyulmuştu. Sistematik bir biçimde yayılan yangın, sokaklardan mahallelere, meydanlardan şehrin merkezine doğru neredeyse yürüme hızında yayılıyordu.

Trafik, sadece yangının olduğu ve ilerlediği bölgede değil, o şehirle komşuluğu olmayan illerde dahi tıkandı. Şehrin ulaşımı felç oldu. Böylesi bir durum daha önce hiç görülmemişti ve bu yüzden de deprem, sel baskını ve benzeri felaketler için bir planı olan yetkililerin eli ayağı birbirine dolaşmıştı. İnsanları evlerine sokmak mümkün değildi. Herkes yangının geldiği bölgelerden uzağa kaçmaya çalışıyordu. Uzağa ama nereye?

Akşam haberlerinde, önce küçük televizyon kanallarından birinde, ilginç bir görüntü yayımlandı. Küçük bütçeli kanalın araba bulamayan, mesleğe yeni girmiş acemi muhabiri almıştı bu görüntüyü. Diğer muhabirler yangına bu kadar yaklaşmaya cesaret edemezken, o yanlışlıkla yüzünü yalayan alevlerin ortasında kalmıştı. Kamerasını çalıştırmış, bari ölürken kahraman olmak istemişti. Alevler uzaklaşırken ölmemiş olmanın haklı gururunu, yangın sebebinin en önemli kanıtlarıyla birlikte kamerasında taşıyordu.

Bir adam! Orta boylu, kalabalıkta dikkat çekmeyecek bir adam! Alevlerin ortasında duruyordu görüntülerde. Ama öyle diğerleri gibi sağa sola koşuşturmuyordu. Yanlışlıkla, kaçamadığı için alevlerin ortasında kalmış değildi. Zira o nereye giderse alevler de onunla birlikte gidiyordu. O, alevlerin ortasında değildi. Bir diğer deyişle alevler onun çevresindeydi.

Küçük kanalın bunu göstermesinin hemen ardından diğer televizyoncular işin üstüne atladılar. Canlı yayına belediye başkanları, valiler ve polis müdürleri bağlandı. Olayı araştırıyoruz diyordu herkes. Ama kimse bilmiyordu neyin ne olduğunu işte. Salak değil, sadece donanımsız ve bilgisizdiler.

Ertesi sabah, şehrin köprülere kadar olan kısmı alevlerle boğuşurken ilk kez ciddi fikirler ortaya atılmaya başlandı. Bunda; gece boyunca sağa sola anlamsızca koşuşturup duran televizyonların yorgunluktan bitap düşüp saçmalamayı kesmesinin, akıllı uslu gazetecilerin gazetede yazdıklarının yayımlanmasının büyük payı vardı. Piromani diye bir şeyden bahsedildiğini duymuştu bir gazeteci ve bunun olasılığı üstünde duruyordu. Bu aslında psikolojik bir terimin adıydı. Yangın çıkarmak için saplantılı olan, psikolojik bozukluğu olanlara piroman deniyordu. Diğer taraftan beyin gücüyle ısıyı belli bir noktaya odaklayarak yangın çıkarabilen kişiler için de bu sözü söylemek mümkündü. Doğruluğu bile tartışılırdı. Şimdiye dek bazı vakaların görüldüğü öne sürülüyordu ama yine de bu derecede büyük ve önemli kanıtlar ele geçirilememişti. Uzmanlar çağrıldı. Sabahtan küçülen alevler öğlene doğru yeniden göğe yükselmeye başladı. Öğlene doğru gelen uzmanlar bunun piromanın uyumasından, daha sonra da uyanmasından olabileceğini öne sürdü ki bu gayet akla yakın bir yaklaşımdı.

Öğle saatlerinde yangının ilerlemesini durdurabilmek için bu kişinin durdurulması gündeme geldi. Öyle ya, eğer alevler onunla beraber ilerliyorsa o ilerlemezse yangın da ilerlemezdi. Fikir beğenildi. Zaten şehir içi bazı limitlere gelinmişti. Şehri ortadan ikiye bölen suyun üstünden geçen geniş bir köprü vardı. Eğer neredeyse tamamı yanıp kül olmuş şehirde bir taraftan diğerine geçilmek isteniyorsa, bu köprü mutlaka kullanılmalıydı. Her ne kadar olayı kıyamet gününün habercisi olarak gören bir takım yobazlar “o gerekirse uçarak da geçer” gibi entelektüel yorumlar yapıyorsa da bu herkese çok mantıklı geldi. Acaba bir piroman suya düşerse ne olur? İşte bu, herkesin aklındaki soruydu ve köprüde durdurulmaktan bunu anlıyordu herkes. İntikam duyguları kabarmıştı insanların!

Köprünün girişinde, diğer tarafta barikat kurmuş olan tanktan bir ses duyuldu: “Suçlu! Dur ve teslim ol. Canın yanmayacak” Bu sahneler hemen tüm televizyon kanalları tarafından dakikası dakikasına çekiliyor, neredeyse bütün dünya yayını canlı olarak izliyordu. Herkes nefesini tutmuştu. Sarf edilen her kelime dünyanın değişik dillerine çevriliyor, her adım ve bakış anında canlı yayındaki psikolog ve doktor ordusu tarafından yorumlanıyordu. “Suçlu yanlış kelime” dedi uzmanlardan biri kanallardan birinde, “mutlaka bu onu daha çok kızdıracak, içindeki nefretin büyüyerek alevlere dönmesine neden olacak. Söylenecek doğru kelime “hey sen” olmalıydı!

Suçlu bunları duymamıştı. Duysaydı belki hak verirdi, ama duymadı. Ne var ki karşısında tankların arkasından emir veren sesi kesinlikle duymuştu ve şimdiden ondan nefret ediyordu. Öyle bir nefret ki! Bir önceki gün “o”ndan ettiğinden de fazla. Bunun için amyant kıyafetinin altından seslenen adama daha önce kimseye bakmadığı kadar dikkatle baktı. Kim bilir belki de bir gün önce gördüğü adam gibi başkalarının karılarıyla yatıyordu, aileleri dağıtıyordu. Kim bilirdi? Kimin neyi bilip bilemeyeceği bir yana, amyant elbisenin içinde bir parlama oldu. Neler olup bittiğini kimse anlayamamıştı ki amyant elbisenin içindeki adam elindeki hoparlöre, dünya basın tarihinin en çirkin canlı yayın çığlıklarını armağan etti. Etrafındakilerin anlamsızca çırpınmaları, “üstüne su sıkın, kum dökün” saçmalamaları arasında eriyip gidiverdi adamcağız.

Kimse yayını kesememişti. Hiçbir yorumcu olayı yorumlayamadı. Herkes ağzı bir karış açık olayı seyretti. Latin Amerika ülkelerinden birinde, oranın saatiyle gece yarısı canlı yayını seyretmekte olan 6 yaşlarında bir çocuğun “e ateş etseler ya” sözünü dinlemişçesine, çevresindeki herkesin şaşkın bakışları arasında bir askerin parmağı tetiği sıvazladı ve yüklenip horozu düşürdü. Hızla ilerleyen kurşun piromanın sol omzunun üç santim üstünden, kulak memesinin birkaç milim altından geçip gitti. Bu hareket, bardağı taşıran son nokta olmuştu. Bardak oldukça “caf caflı” bir biçimde taştı. Tüm silahların içindeki kurşunlar tetik yardımıyla değil, yolun karşı tarafında duran adamdan gelen ısı tarafından silahların içinde patladı. Orada barikat kurmuş hemen tüm güvenlik görevlileri ya öldü, ya da ikinci dereceden iyi olmayan yanıklara kavuştu.

Piroman köprüyü geçti. Şehrin diğer tarafına ulaştı. O ve onu takip eden gün boyunca ne kadar cin fikir varsa onun üstünde denendi. Dürbünlü tüfekle çok uzaktan ateş etme denemeleri, kurşunun adama varmadan bir şekilde sekmesiyle son buldu. Uzmanlar bunun kurşunun hava katmanlarının farklı sıcaklıklar yüzünden aynı suya giren bir kaşığın görüntüsünün kırılması gibi kırılması yüzünden olduğunu belirtti. Suyun üstünden seken bir taş gibi kurşun farklı sıcaklıklar arasında yön değiştiriyordu. Bunun yanında el bombaları ve hatta tank mermileri dahi ulaşamadı piromana.

“Yorulmayacak mı, gücü bitmeyecek mi” sorularının her birine sıkı bir yanıttı piromanın düz ama kararlı yürüyüşü. Otoyoldan yürümesini sağlamak, girişlere barikat kurup oradan geçmesini engellemeye çalışmayı denedi yetkililer. Ama olmuyordu işte. Zira o ağır gitse de bir otomobil değil, bir yayaydı işte. Gerekirse banketlerin üstünden atlayıp çimenlerin üstünden yürüyebiliyordu. Bütün şehir atlanan her engelden sonra daha bir paniğe kapılıyordu. Sıra kendilerine geliyordu ve üstelik kararlı adımlarla geliyordu. Nereye doğru gidiyordu sorusunun cevabı çok yoktu. Gökten takip eden helikopterlerden birinin fazlaca aşağı inmesi ve benzin deposunun parlamasıyla havadan takibin de çok akıllıca olmayacağına karar verildi. Bu karara uymayan bir televizyon helikopteri düşüp içindekiler basın şehidi olduktan sonra piroman şahıs olarak gözden kayboldu. Nereye gittiği sadece alevlerden takip ediliyordu artık.

Altıncı günde piromanın muhtemel gidiş istikametindeki tüm şehir boşalmıştı. En azından nispi olarak insan kayıpları azalacaktı bundan sonra. Zaten artık yakıp yıkma zamanları da sona ermişti. Piroman aptal bir Godzilla değildi. Onun gibi ilerliyor olsa da o bir insandı. Muhakeme yeteneği vardı. Diğerlerinin onun ateşinin takip ederek nereye gittiğini anladığını çözdü ve zaman zaman ortaya çıkarak ortalığı yakıp yıkmaya başladı.

O ana kadar yapılmış en zekice planı sekizinci gün sabahı bilim adamlarıyla konuşan yetkililer ortaya koydu. Sonuçta bu adam bir şeyler yiyip içiyordu. Restoranda garsonlardan hizmet almadığına göre yolda bulduğu şeyleri yiyip içiyordu doğal olarak. Müthiş planla piromanın gitmesi muhtemel yerlerdeki büfelere uyku ilaçlı ve hatta zehirli yiyecek ve içecekler kondu. Sonuçta piroman bir şekilde bunları yiyecek ve etkisiz hale getirilecekti. Dahice bir plandı bu. Ne var ki planı uygulamaya koyacak olanların müdürleri salaktı. Bir politikacı halkına umut verebilmek için ekranlara çıkarak “Bugün içinde piroman kesinlikle etkisiz hale getirilecektir” dedi. Gazeteciler nasılını sordular, politikacı mırın kırın etti. Gazetecilerden biri “atom bombası atıp tüm şehirle beraber onu da mı gömeceksiniz” gibi dahiyane bir komplo teorisi yaratınca (ki bu konu gerçekten de düşünülmüş ama kabul görmemişti) “Yok artık” dedi politikacı, “biz halkımız için çalışıyoruz, onu zehirleyeceğiz”.

Herkesin yüreğine su serpildi. Piroman dahil. Daha önce de belirtildiği gibi piroman ne bir hayvan, ne de salaktı. Üstelik televizyon seyredebilme yeteneğine de sahipti. Neler olup bittiğini gördü, yolunu değiştirdi, biraz da yiyecek stoku yaptı ve işin içinden sıyrıldı. Belki de insanlığı kurtarabilecek tek dahiyane plan bu şekilde çöpe gitti.

Dokuzuncu gün akşamı, büyük televizyon kanallarından birinde, inanılmaz bir haber yayımlandı. Tüm dünya bu haberi ağızları açık seyretti. Piroman bir canavar değildi. Piroman bir aile babasıydı. Çocuğu yoktu henüz ve hatta olamayacaktı da. Sorun karısındaydı ama akrabaların tanıklıklarıyla bunun sorun edilmediği öğrenilmişti. Komşuların, hayatta kalanların verdiği bilgilere göre bir süredir aile içinde kadın tarafında huzursuzluk yaşanıyordu. Kadın bir süredir ekonomik kriz yüzünden evinde oturmaktaydı. Ve evine tanımadık, bilmedik insanlar girip çıkıyordu. Sağ kolu ve bacağı erime derecesinde yanmış olan komşu, piromanı değil karısını suçluyordu. “Yazık değil mi o adama, o kadar munis kocayı sabah akşam boynuzluyordu o kadın” diyordu. Öyle bir boynuzlama ki, olay efsane boyutlarına gelmiş, sabah akşam ayrı ayrı erkeklerin geldiği bir hikaye haline dönüşmüştü. Herkesin içi kalktı bu hikayeye. Zaten olayın başlangıç noktasında bulunan erimiş ve yatağa karışmış cesetler olayı doğrular nitelikteydi. 20 yaşında bir internet müdavimi teşhis edildi olay yerinde.

Küçük ve haber yapmaya parası yetmeyen kanallar hemen olayı köpürtmeye başladı: “Sizin karınız size bunu yapsa ne kadar alev çıkarırdınız” sorusu haberlerin yerini aldı. Bir takım feminist gruplar aldatan kadının öldürülmesi doğru mu sorusunun tartışılmasını bile abes bulduysa da bütün ülkede ve hatta dünyada kadına lanet okundu. Bir takım uç görüşlü gruplar ev ahlakının gitmesiyle, özellikle internetin yaygınlaşmasıyla bu gibi olayların arttığını, dünyanın sonu geldiğini söylemeye başladı. Piroman, herkesin gözünde bir anda yakıp yıkan canavar şeklini kaybedip içindeki alevleri bastıramayan kandırılmış koca haline dönüştü. Bir anlamda sempati kazandı. Hatta yukarıda adı geçen uç gruplar için dünyanın sonunu hazırlayan mesihin ta kendisiydi piroman. Bu bilgilerin açığa çıkmasının akabinde tüm dünya bu konuyu tartıştı. Birçok ülkede karısını yakan adamlar oldu, en az iki adet kocasını yakma vakası tespit edildi.

Olayın başlangıcından 16 gün ve 3 saat sonra artık neredeyse kanıksanmıştı ülkenin başına gelenler. Her şey bütün hızıyla sürüyordu ama gazetelerin manşetlerine başka şeyler gelmeye başlamıştı bile. Artık doyasıya politika tartışılıyordu ülkede. Hatta zaman zaman spor haberlerinin dahi konuşulduğu oluyordu. Yabancı basın olayı çoktan birinci sayfalarından düşürmüştü. Dünyanın süper güçleri buna bir çare bulacaktı eninde sonunda. Ama ülkenin tüm güvenlik birimleri bu işle uğraşıyordu.

Piromanın içi hala yanıyordu. Karısını o adamla gördüğü anda yüzündeki ifade hala alev saçan gözlerinin önündeydi. Kapıyı açıp içeri girdiğinde o çocuk elbette ki duymamıştı ve görmemişti onun geldiğini. Ama karısı biliyordu onun evde olduğunu. Hatta odadan içeri girdiğinde herhangi bir toparlanma, kendine çeki düzen verme gibi bir zahmete bile katlanmamıştı. Sonuna kadar devam etmeye kararlıydı adeta. Ve hatta gülümser gibi olmuştu bıyık altından. Oysa ne güzeldi evlilikleri, nasıl yolundaydı her şey. Bu kadar kolay mıydı birini aldatmak, silip atmak!

O anda alnında bir damarın şiştiğini, öfkesinin gözlerinden boşaldığını hissetti. Yanaklarından akan göz yaşlarının yanağından buharlaştığını fark eder gibi oldu. Ve karısının o bıyık altı gülümsemesi çığlık atmak için fırsat kollayan bir bebeğinkine dönüştü. Karısının saçları tutuştuğunda hiç şaşırmadı sanki piroman. Parmak uçları erimeye başlarken gerçekten şaşırmıştı. Ama öylesine iyi gelmişti ki içindeki nefret dalgasına. Sonra adamı yaktı bağırta çağırta. Yanmanın boyutlarını da ayarlayabiliyordu. Evin kapısını yakarak çıkarken komşular üstüne üstüne geldi. Yanlarında oturan ve her akşam bağıra çağıra televizyon seyreden şişko adamın yanmasına özellikle üzülmedi. Gerisini de umursamadı zaten.

Fakat 16. gün ve 3. saatte mucizevi bir şey oldu: Ani bir kararla yolunu değiştirip hiç gitmemesi gereken bir yere doğru gidince, parlak kıyafetler giymiş yeşil gözlü bir kız çıktı karşısına. Muhtemelen bir çingene kızıydı o. Ama ne çingene kızıyd! O gözler ilk kez aklını başından aldı piromanın. Yangın dalgasının kesilmesi arkasından gelen ekibi şaşırttı ve o alana doğru yönelmelerine neden oldu. Herkes bu kıza dikkatle bakan piromanı görünce şaşkınlıktan küçük dilini yuttu. Kız korkmuş muydu, yoksa bilerek mi yapmıştı bilinmez, ama öyle put gibi dikilip kalmıştı adamın karşısında. Adama görünmeden arkadan yaklaşmayı deneyen bir özel harekat sorumlusu için gözünü ayırdığını ve yaktığını saymazsanız gözünü hiç kaçırmadan dik dik bakmayı sürdürdü adam. Görünen o ki o kıza baktıkça yangın tehlikesi uzaklaşmış oluyordu.

Tüm dünya kameraları tekrar piromanın üstüne dönerken ince, cılız, oldukça yorgun fakat umutlu bir şarkı sesi duyuldu içinde bulundukları şehir banliyösü sokaklarında piromanın ağzından:

gözlerini gözlerimden
ayırma hiç
ne olur

gözlerini gözlerimden
ayırma hiç
ne olur

düşsün üstümüze karlar
yaksın yüzünü rüzgarlar
damla damla
aksın yaşlar

gözlerini gözlerimden
ayırma hiç
ne olur

ellerini ellerimden
alma sakın
ne olur

ayrılmak olmaz hiç senden
rüyamızı bitirmeden
hasretini
bildirmeden

sen de beni ellerinden
alma sakın
ne olur

kanat çırpar kuşlar sana
koş gel bana
ne olur

kanat çırpar kuşlar sana
koş gel bana
ne olur

sensiz bitmiyor günlerim
beklemek oldu kederim
uzaklarda
durma derim

kanat çırpar kuşlar sana
koş gel bana
ne olur