Zor zamanlar yaşıyoruz kendini ifade etmek, doğru bildiklerini anlatmak ve farklı konuşmak için. Yazılacak yerler azaldı. Yazacak insanlar azaldı. Doğrunun ciddiyeti o kadar da kalmadı. PR dünyasında tanıtımı yapılmak istenen şeylerin dostluk filtresi kapsamında sizlere bir dostluk ve doğruluk hikayesi yazmak istedim. Herkes alırını alsın buradan…
Peyami Safa. Türk edebiyat tarihine adını psikolojik roman yazarı olarak tanıtmış çok önemli bir şahsiyet. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile tanıyor ve biliyor onu adını bilenlerin büyük bir çoğunluğu.
Nazım Hikmet. Ülkenin görüp görebileceği en önemli şairlerden biri. Onun adını bilmeyenler yazıyı okumayı hemen burada kesebilirler. Gerçekten üzülmem.
Peyami bey ile Nazım beyin yolları edebiyat dünyasında kesişiyor. O yıllarda Safa, Cumhuriyet gazetesinde çalışıyor. Fakir bir çocukluğun altından belki de oh diyebileceği zamanlar bunlar. Bir af çıkıyor ülkede ve bu affa atfen Nazım Hikmet ülkeyle geliyor. Ülkesini ne kadar sevdiğini söylemeye gerek yok. Ama gelmesiyle birlikte tutuklanması da bir oluyor. Peyami Safa ilginç bir adam ve hemen o zamanki ülkenin genel gidişatına göğüs gererek gazeteye onun Yanardağ isimli şiirini koyuyor:
Kesildi yanardağın şahdamarı!
Kara toprak altındaki ağlamaları:
fışkırıyor haykıran kan
rüzgârı şeklinde!
İsyanı dinleyiniz yanardağın ağzından!
Boğazından:
güneşleri kırmızı balonlar gibi fırlatıyor dumanlara!
Bir alev su halini vermiş ummanlara:
yanardağın yanan gönül kızıllığı! …
Varsın otursun, isteyenler dört duvardan evinde!
Kartal kayalardan seyredelim biz
kanayan gönüllerin
göke vuran rengini!
Etimizi saran yünü parçalayarak çırılçıplak
Yıkanalım çelik çubuklar gibi yanardağın alevinde
Yıkanalım!
Yanalım!
Bu şiiri okuyan devlet yetkililerinin yürekleri ısınıyor ve Nazım’ı hemen hapisten çıkarıyor… Ne diyorsunuz siz yahu, burası o zaman da Türkiye. Cumhuriyet gazetesi bir yazı yayımlayarak Nazım Hikmet’in kesinlikle kendi görüşlerini yansıtmadığını dile getiren bir “açıklama” yayınlıyorlar. Peyami Safa da alın Cumhuriyet’inizi başınıza çalın diyerek gazeteden ayrılıyor.
Aradan yıllar yıllar geçiyor. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu isimli romanı çıkıyor. Nazım Hikmet bu romanı okuyup çok etkileniyor. Şöyle bir yazı yazıyor romanla alakalı:
Ben, Peyami’nin bu son romanını üç defa okudum. Otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım… Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, Çalıkuşu’na ağlayanların anlaması kabil değildir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, on bin, yüz bin, bir milyon satardı. Eğer ızdırabı, azabı ve neşeyi çoşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma ve yazma bilselerdi.
İkisi beraber aynı gazetede, hatta o zamanın ağır solcu gazetelerinden Tan gazetesinin sayfalarında birlikte fikirler savundular. Ki o Tan gazetesi ismi, belki de o zamanki fikirlere zarar vermek için 12 Eylül sonrasında çıplak kadın resmi yayımlayan bir yayına verildi. Sakın ola ki aynı gazete sayılmasın…
Ancak Peyami Safa ile Nazım Hikmet arasında ciddi bir fikir ayrılığı vardı: Nazım Hikmet komünizmi savunan sol görüşlü biriydi. Peyami Safa ise hiçbir zaman o tarafa yakın olmadı, olamadı. Birbiri için gönüllü olarak işinden olan, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş, doğru bildikleri hayat görüşü yüzünden karşı karşıya geldiler. Görüşlerinden ikisi de ödün vermedi. Her ikisi de kalem üstadı olduğu için seyirlik bir tartışma yaşayarak neredeyse düşman oldular.
Kader birliği yaptılar. Belli ki birbirlerini çok sevdiler. Ama görüşler ve fikirlerini bu dostluğa rağmen terk etmediler. Fikirler kaldı dostluklar gitti.
Cingöz Recai filmi ile dahi tartışılmayan Peyami Safa’yı size farklı bir tarih ile anlatmak istedim…