manset

Gezi Park düdüklü tencerenin düdüğüydü

tencere

Gezi parkından ne anladığımı gayet iyi biliyorum. Açık bir biçimde diğerlerinin ne anlamadığı da ortada. Ben her birine teker teker cevap vermekten sıkıldım. O yüzden kendime ait siteme, kimseye hesap verme zorunluluğu taşımadan, açık bir biçimde düşüncelerimi aktaracağım. Daha da anlamadığını söyleyen olursa her birinin beyninden içeri bir şey sokacak gücüm ve yeteneğim yok.

  • Gezi Parkı sanılanın ve gösterilmeye çalışılanın aksine salt bir doğa savaşçıları eylemi değildi. Bunu anlamak için yüksek sosyolog ya da bilim adamı olmaya gerek yok. Gezi Parkı aslında toplumdaki birikimlerin çıktığı bir yerdi. Bence yönetim bunu anladı ama olayı bilerek ve isteyerek kuvvetli olduğunu düşündükleri ağaç dikmeye ve sökmeye getirdiler.
  • Ülke yönetiminin anlamak istemediği önemli bir gelişme var: Artık insanlar sürü halinde yaşamaktan bıktı. Düzenli bir biçimde 80’li yılların başından bu yana herkes bireyselliğini ön plana çıkarıyor. İnternet ve sosyal medya gibi gelişmeler de bunu destekliyor. İnsanlar konuy gibi birilerinin arkasına takılıp gitmek istemiyor. Şu anda bu fikir elbette yüzde 50’nin çok altında. Zaten bu bireysellik ki aslında bir araya gldiğinde büyük kitleler oluşturuyor, fikirlerin konsolide olmasını ve yüzde 51 olduğunu iddia eden diğer tarafın ötesine geçmesini engelliyor.
  • Son 20 yıldır eğitim sistemi bireyselliği ön plana çıkarıyor. İster isemez oluyor bu, çünkü dünyanın gidişatı bu yönde. Siz ne kadar bunun önüne geçmeye çalışırsanız çalışın. Sol fikirler toparlanamıyor. Sağ fikirlerde şu anda bir liderin peşinden gitme olsa da aslında bakacak olursanız kendi içlerinde onların da atomize olmaya yakın olduğunu görürsünüz. Göreceğiz de.
  • Demokrasi kesinlikle sandıktan ibaret değildir sözü aslında bu bireyselliği vurgulamak için kurulmuş bir cümle. Ben verdiğim ya da vermediğim oyların ardından boyun eğen ve kalabalıkların içinde ezilip giden bir toplum parçası olmak istemiyorum. Ben fikirlerimle varolmak, kimi zaman aykırı kimi zaman farklı bir birey olmak istiyorum. Ama mevcut düzen buna izin vermiyor.
  • Gezi Parkı ya da Taksim ya da İzmir ya da Ankara eylemlerinde sokaktakiler aslında gelecekte sıkça karşınıza çıkacak bireyler. Bunların faiz lobisine yaranmak ya da çok bağırarak birilerini iktidara getirip onların sırtından geçinmek gibi bir istekleri yok. CHP de dahil partiler kesinlikle bu gruplara kendilerini sevdiremiyorlar. Çünkü onlar da Gezi parkı insanlarının karşısına aynı diyalektikle çıkıyorlar. Farklılıkları anlamıyorlar.
  • Taksim’deki LGBT yürüyüşü bu bireysel farklılaşmanın uç örneği. Ama bunu örnek göstererek bak onların yürümesine izin verdik demek ki bireysel farklılıkları gözetiyoruz demek çok yanlış. İnsanlar hayata bakışlarında belki de o kadar aşırıya kaçmayacak bireyselliklerinin en azından hoşgörülmesini istiyorlar.
  • Toplumun elitleri belki iktadara yakın olmak belki kendi seslerinin daha çok duyurulabilir olması anlamında bunu anlamamış gibi yapıyorlar. Ama liberal bakış açısının bunu anlamamasını anlayamıyorum. Bu kadar basit ve bu kadar açıkça ifade edilen bu isteğin görmezden gelinmesini zaman zaman bireysel inada bağlamak zorunda kalıyorum.
  • Ben sokaktaki insanın zarar görmesini istemiyorum. Ben sokaktaki insanın çevresine de zarar vermesini istemiyorum. Ben dükkan sahiplerinin işlerinden olmasını polislerin uykusuz kalmasını istemediğim kadar sesini duyurmak isteyen çocukların ve onlar için sahaya inmiş büyüklerin de gaz yemesini istemiyorum.
  • Bu arada kamu vicdanını zedeleyecek hareketlerden kaçınılması en büyük dileğim. Örneğin çocukların sosyal medya paylaşımları yüzünden içeride kaldığı vaktin yarısında dışarı çıkan kasıtlı adam öldürmeden yargılanan polisin ya da elinde satırla bir kadını tekmelemeye cüret eden esnafın varlığı benim vicdanımı zedeliyor. Seçilmiş hükümete karşı mevcut tüm güveni ortadan kaldırıyor.
  • Tüm bu olaylar yaşanırken yerden taş alıp polise atmaya hazırlanan çocuğa kızıp bağıran teyzedeki itidali ülkenin başbakanında ya da sürekli olarak insanları iğnelemeyi zeka pırıltısı sanan Ankara belediye başkanında görmek istiyorum. Özellikle bazılarının olayların bitmesiyle yeniden eski kaale alınmayan durumlarına düşmemek için gerilimi beslediğini düşünüyorum.
  • Gezi Park ve benzeri olaylar bu bakış açısıyla bireysellik yanlısı gençlerin enerjilerinin çıkacağı düdüklü tencerenin düdüğüydü. Devlet erki bunu kesinlikle çok kötü kullandı. Tencerenin içindeki havayı almak yerine mevcut deliklerinin de kapatılmasıyla tencerenin patlamasına ve evin mutfağının rezalet bir hale dönüşmesine neden oldular.
  • Devlet elbette ki güçlüdür. Silahı vardır, gazı vardır, binlerce polisi, yetmezse jandarması o da yetmezse askeri vardır. Tomasıyla akrebiyle ortaya çıkan seslerin üstesinden gelebilecek güçtedir. Ama yapılması gereken bu mudur? Polisin karışmadığı halde büyüyen bariz bir vakanın yolkluğu, kendi hallerine bırakıldıklarında dağılıp giden insanların varlığı gerçekten bir şey anlatmıyor mu devlet büyüklerine?
  • Diyelim ki bunlar bir şey ifade etmiyor. Ama her yaştan çocuğun ülkenin birçok noktasında aynı anda sokağa inmesi, inemeyenlerin cama çıkıp tenceresini tavasını birbirine vurması aslında verilmek istenen mesajdır.
  • Ben bu ülkede  1980 darbe anayasasını yüzde 90’ın üstünde bir oyla onaylayan insanların hemen sonrasındaki kuşağıyım. Benden sonraki kuşak daha serbest büyüdü. Sonrasında gelenler ise iyice çığrından çıkmış vaziyette farklılaşmayı istiyor. Bakın bu farklılaşmanın içinde bana ateist camisi kurun ya da bundan sonra Taksim’de cinsel organlarımız açıkta gezmek istiyoruz gibi marjinal yaklaşımlar yok. İnsanlar onları gören ve gördüğünü belli eden, bir ümmet içine sıkıştırmaya çalışmayan bir yönetim istiyorlar. Sandığınızın aksine şu andaki erkin sırtını dayadığı kitle de taş çatlasa 5 sene sonra aynı şeyleri isteyecek. Şimdiden daha marjinal, sol tandanslı mütedeyyin kesimi herkes görüyordur. Bugün atılan adımlar yarın onların da mevcut erke karşı cephe açmasına neden olacak.
  • Bugün kimse Taksim’de başbakanı devirip yerine bir sonraki sıradaki muhalefet partisini koymayı düşünmüyor. Tankları çağırıp ortalığı Mısır yapmak isteyen br kesimin varlığından sözetmek gerçekten kara cahillik, aptallık ve sersemlik olur. Yapılan her sivil toplantının arkasında nasıl olur da sesimizi duyururuz var. Çünkü medya belli bir kesimin tek sesi haline gelmiş durumda. İnsanlar burada sadece takımları ekseninde farklı ses duyabiliyorlar. Alternatif basın olarak hiçbir gazetecinin can-ı gönülden onaylamadığı acayip basın organları türedi ve onlar da haketmedikleri tirajları alıyorlar. Bir diğer düdüklü tencere düdüğü de bu şekilde zarar görmüş oluyor.
  • Tüm bunlara rağmen yeni adımlar atılması için çok geç değil. Öncelikle devlet erkinin geri değil farklı bir adım atmayı kabul etmesi gerekiyor. Bu atacağı adım da onun yenilmişliğinin göstergesi olmayacak. İletişimsel olarak gerçekten, öyle samimiyetsiz vali tarzı değil, dinlemek ve dinlediğini göstermek lazım. Anlamak ve anladığını göstermek için aksiyona geçmek lazım. Planlar yapmak ve planların hayata geçeceği takvimi herkese iletmek lazım. Ve en önemlisi belki de basının yularını biraz olsun gevşetmek lazım.

Bunlar benim şahsi görüşlerim. Benim dinim dilim ırkım çok önemli değil. Söylediklerim de Allah kelamı değil, elbette içinde tartışmaya açık olan, yanlış çıkarımlarla bezeli bölümler vardır. Ama bunlar benim kendi bireysel görüşlerim. Toplumun hepsi bu şekilde düşünüyor diyerek kimsenin zekasına hakaret etmek de istemem. Ama bir kez olsun üstünde düşünülmesi gereken şeyler olduğuna inanıyorum.

Bir kez olsun Ankara’nın egosunu yönetmesi gerekiyor. Egolarının onları yönetmesine izin vermemesi gerekiyor.

Tarih daha çok oy alanları daha iyi yazıyor olsaydı bugün hala Hitler için methiyeler düzüyor olurduk. Ama tarih kesinlikle elinde bir küçük mumla da olsa farklı bir yön gösterenler unutmuyor.

Meydandakiler ve diğerlerinin korkuları

korkuŞöyle bir dikkatle bakınca aslında herkesin birbirinden ve çevresindeki şeylerden korktuğunun farkına vardım. Şiddete maruz kalan da korkuyor, şiddet gösteren de… Evinden görüntüleri seyreden de, meydanda olan da, yukarıda olup ona git buna gel diyen de… Ben bu korkuların bazılarını teknik isimleriyle birlikte topladım sizler için. Liste, tanımlarıyla beraber aşağıda… Hangi korkunun kime ait olduğuna siz karar verin.

Efebifobi: Gençlik korkusu

Zenofobi: Yabancı korkusu

Teknofobi: Teknoloji korkusu

Somnifobi: Uyuma korkusu

Panfobi: Herşeyden korkma

İpovlopsiofobi: Fotoğrafının çekilme korkusu

Gerontofobi: Yaşlanma korkusu

Desidofobi: Karar verme korkusu

Agrizufobi: Vahşi hayvan korkusu

Amikofobi: Biri tarafından kaşınma korkusu

Rabdofobi: Bir çubukla dövülme korkusu

Politikofobi: Politikacı korkusu

Odinofobi: Acı çekme korkusu

Nemofobi: Hatıra korkusu

Hoplofobi: Ateşli silah korkusu

Hidrofobi: Su korkusu

Haptefobi: Dokunulma korkusu

Geliofobi: Gülme korkusu

Gelotofobi: Gülünç olma korkusu

Aerofobi: Hava alma korkusu

Kakofobi: Çirkinlik korkusu

Kromofobi: Renk korkusu

Distikifobi: Kaza yapma korkusu

Elöterofobi: Özgürlük korkusu

Teofobi: Din korkusu

Verbofobi: Kelime korkusu

Proktofobi: Kıç korkusu

Nostofobi: Eve dönme korkusu

Hedenofobi: Keyif alma korkusu

Bibliofobi: Kitap korkusu

Botanofobi: Bitki korkusu

Antrofobi: Kalabalık ve halk korkusu

Korofobi: Dans korkusu

Epistemofobi: Bilgi korkusu

İatrofobi: Doktor korkusu

Kainolofobi: Yenilik korkusu

Hiç libor faiziyle ilgili slogan duydunuz mu?

/

tumblrTaksim, gezi park, örgütlerin kara planı veya adını ne koyarsanız koyun… Burada yaşanan olaylar nedendi, anlaşılamayan neydi, en azından benim bu konudaki motivasyonum neydi… Bunu kendi şahsi tarihime not düşmek istedim.

AKP ilk parti olduğunda beni heyecanlandırmamıştı. Ama o zamanlarda da şimdiki gibi elle tutulur dişe dokunur bir lider açığı olduğu için AKP’ye oy verdim. Etrafımdakiler bana kızdılar ancak o zaman için ülke için yapılması gerekenin bu olduğunu düşündüm. Bir süre boyunca yaptıklarını ve yapmaya muktedir gözüktükleri şeyi takdir ettim. İsim isim söylemek gerekirse yakından takip ettiğim ve etmek zorunda olduğum Binali Ylıdırım gibi isimlerin çalışmaları ve bazı duruşları beni verdiğim oy için pişmanlığa sevketmedi.

Ama sonra bir şeyler olmaya başladı. Aslında öyle değil, bir süre sonra bir şeyler olmamaya başladı. Benim de oylarımla gelen AKP, bana kendini benim partim değilmiş gibi hissettirmeye başladı. Ben neden dünya görüşü ve duruşu bana daha yakın partilere oy vermemiştim? Çünkü riyayı özellikle siyaset alanında kaldıramayan bir insanım. Ayakkabılarını unuttuğu için toplantıya katılmayan ve o yüzden de ülkede borsayı yerle bir eden bir başbakan istemiyordum. Veya internet alanında yalan şanlış kararlar alıp beni dinlemeyen birini…

Fakat öyle bir yere geldik ki sadece belli bir kesimi dinlemeye başladı başbakan ve partisi. Benim olmaktan çıktı. Benim olmaktan çıkmasının beni rahatsız ettiğinin yarısı kadar da onlar rahatsız olsun isterdim. Ama olmadılar.

Somut örnek mi gerekiyor? Oraya buraya cami yaptırması, sünniyi aleviye karşı kayırması, basını topyekün kendine bağlaması ve ardından hiç de sıkılmadan bu adamlar bize böyle yazıyor görüyor musunuz şunları demesi… Eğitim sistemini daha küçük yaşta başörtü takılması için şaşkına çevirmesi… Üniversite giriş imtihanlarında gerçekleşen inanılmaz şeyleri görmezden gelmesi… İnternet konusunda gerçekten dünyanın bize güleceği kararlar alması ve bunları da savunması… İçkiden keyif almayan ve sosyalleşme adına ağzına yılda bir ya da iki kadeh içki koyan benim gibi adamları alkolik ilan etmesi… Okul çaylarına seks partileri muamelesi yapması…

Ben kendi adıma uzun zamandır “yeter” deme ihtiyacı hissediyordum. Birinin bir yerde dur demesi gerekiyordu. Gezi parkı bunun en önemli bahanelerinden biri oldu. Yeter dememin sebebi faşist önetim gitsin demek değil. “Yeter lan bir dur” demek aslında. “Beni hiç duymuyor beni kaale almıyorsun” diyen insanların bir araya gelerek başlattıkları bir hareket bu.

Bu noktada hükümet ya da onun başı olan erkin pardon demesi de şart değildi. Evet anladım dediğinizi cümlesini birinci paragrafta kullanması gerekirdi. İnsanların üstüne giderek hayır ben ne dersem odur mantığıyla hareket etmeyip, şimdiye dek hiç şiddete bulaşmamış insanları şiddetle tanıştırmamasıydı. Çünkü şiddetle tanışan insanların iki seçeneği var: Korkmak veya korkuyu yenmek. Korkusunu yenen insanlar bu olayların büyümesine neden oldular.

Eğer erkin içinde olay tecrübesi olan kişiler olsaydı, böylesi bir hareketin içine kötü niyetli insanların gireceğini tahmin ederdi ve sırf bu yüzden bile olsa olayların büyümesine izin vermezdi. Eğer benim zerre kadar kötü niyetim olsaydı, hükümet erkinin olay tecrübesi var, sırf olay büyüsün diye kötü niyetli kişilerin bu olaylara sızmasına izin verdiler derdim. Ama öyle demeyeceğim.

Hükümetin ben böyle istiyorum öyle olacak demesi bence yanlış. Hele ki bak biz daha kalabalığız demesi daha da yanlış. Kimse diğer kitlenin daha kalabalık olduğunu iddia etmiyor. İnsanlar diyor ki tamam ya kalabalıksın ama bizi de duy. Biz de bu ülkenin bir ferdiyiz der gibi gibi insanlar değil mi? Meydanlardan hangi mesajlar kaldı aklınızda? SSK primleri düşsün mü? Libor faiziyle borçlanmak istiyoruz mu? Hayır. Sadece direniş…Direniyorlar sadece ve haklı olmak değil, haklı olup olamayacaklarını birinin tartışmasını istiyorlar.

Biraz da basından bahsetmek gerekirse… Sosyal medyanın gelişmesi ve gerçek bir medya organı olması için yaptığınız katkı ve destek için hepinize sonsuz teşekkürler.

El Classico’da Türk olmak

IMG_3259Hayat gözüyle bir el classico görmek istedim, vurdum yollara ve ilk maçı Madrid’de 1-1 biten El Classico’nun Barselona ayağına gittim.
Gerçekten heyecandan elim ayağım titriyordu. Öyle ya hayatımızda kaç defa böyle br şey seyretmek mümkün olurdu ki? Olmazdı, ya da zor olurdu. Parayla yakalayabileceğiniz bir şey de değildi. Şölye düşünün, son hafta biletler 300 ila 600 Euno arasında bulunamamaya başlamıştı.
Ama özendiğiniz şey elinize ayağınıza dolaşır ya… Benim de öyle oldu. Göreli olarak yakın bir restoranda yemek yedik. Fakat restorandan çıkınca taksi bulamayacağımızı düşünemedik. Kalabalık bir ekiple 5 taksi bulma çabası içinde yolun ortasında durup gelip geçen arabaların üstüne atlamaya başladık. Maçın başlamasına 45 dakika kala bir taksiciyi darp ederek durdurdum ve arabasına 4 kişi bindik.
Adama Nou Camp deyince suratı buruş kırış oldu. Acı bana der gibi baktı ama acıyacak bir durumumuz olmadığını gördü. Gerçekten de o ülkede maçı seyredecektim. Bunu o taksicinin burnunu yeme pahasına da olsa yapacaktım.
Stada yaklaştığımızda trafik kilitlendi. Evet sadece Türkiye’de değil, Barselona’da da stadlara yaklaşınca trafik kilitleniyor. Adam dedi ki abi bırakın beni ben gideyim zaten trafik yürümüyor. Hemen yol gösterici programımı açarak ne kadar kaldığına baktım. Tam 935 metre vardı stada. Düşünmeden parayı verip atladım taksiden. Koşar adımlarla stadın önüne geldiğimde maçın başlamasına 15 dakika vardı. Biletin üstünde filmlerde kasa şifrelerinde gördüğümüzden daha çok sayı vardı: Birinci sayı dizisi en dışarıdan stadın bahçesine gireceğimiz kapıyı anlatıyordu bize. İkinci sayı dizisi stadın içine gireceğimiz kapının numarası… Üçüncü stadın sahayı gören bölümüne gireceğiniz kapının numarası. Dördüncü sıraların ismi, beşincisi ise koltuğun… Açıkçası Türk olduğumuz için mi yoksa stadı çok iyi yaptıkları için mi bilmiyorum, 80 bin kişilik stadyuma sadece 10 dakikada girip yerime oturdum.
Maç başlamadan önce şaşırarak gördüm ki her yerde Turkish Airlines reklamları vardı. Giriş kapılarından bazılarının isimleri de THY idi. Hatta stadyum ekranlarında sık sık Messili THY reklamları oynuyordu. Biraz gurur duymadım dersem yalan olur.
Maç başlamadan önce İspanyol taraftarlara ne kadar yüksek değerler biçtiğimin farkın vardım. Adamlar çok güzel oynuyorlar ya… Seyirciler de o derecede nezih insanlardır diye düşünüyorsunuz. Aptalca bir bakış açısı. Futbol dünyanın her yerinde ıvır kıvır insanlar tarafından daha çok seyrediliyor. Maç başlamadan bir tur Real Madridli futbolcularının annelerinin yaptığı mesleği speküle ettiler. Sonra Katalan olmaktan kelli İspanya’nın anasına avradına sövdüler. Sonra başta Ronaldo olmak üzere teker teker futbolculara sövdüler.
Maç başladığında öyle aman aman takımı itecek, uzaya götürecek bir tezahürat duymadım. Tamam karşı takım veya hakem bir saçmalık yapınca şş alooo tadında bağırıyorlar. Ama melodik şarkıların (ki Boney M’den Rivers of Babylon şarkısının üstüne Babylon yerine Barcelon diyorlar) dışında öyle gazata getirecek barça gol gol gol eller kollar haydi gol duyamadık. Sonra olmayacak bir şey oldu ve Real pis bir kontra atak topuyla penaltı kazandı ve Ronaldo kıllık olsun diye pis bir şekilde ağlarla buluşturdu topu.
Stad sustu. Oğlum bağırsanıza adamları gaza getirin bir şey yapın. Yok yine saçma sapan tezahüratlar yapmaya başladılar. Arada Pepe gibi adamlar oyuna girince assasino diye bağırmalarını saymazsanız takımları için pek bir şey yapmış sayılmaz Barselona taraftarı… En çok güldüğüm şeyler biri de arkamdaki komik İspanyol abiler oldu. Maçın bir yerinde o gün çok da iyi oynamayan Messi top kaptırdı. Adam bağıra çağıra Messi’ye küfür edip ne biçim oynuyorsun çek git bu takımdan diye bağırmaya başladı.
Oğlum lan!… Adam Messi oğlum. Bir tane daha yok bundan. Allah özenip bezenip yaratmış, siz de almışsınız. Bugün hani takım istemez ki bu adamı? Zaten oynayamıyorsun git ne demek? Sen ne şuursuz birisin? Messi giderse yerine ne koyacaksın beni mi? Dediğim gibi şuursuzluk dünyanın her yerinde var.
Ama biraz da şuurluluktan bahsedelim. Maçın bir noktasında manyağın biri kale arkasında meşaye yaktı. Bütün stad aynı anda küfürlere başladı ve o noktada 10 kişi uçarak adamın üstüne atlayıp adamı merdivenlerden dışarı sürükledi. Meşale ve manyak abi saniyeler içinde gözden kayboldu. Sadece dumanlar çıktı. Hatta yanımda oturan Arap abi, olayın başını kaçırdığı için ne oldu diye sordu. Fireworks diyebildim. Şimdi bizde seyircisiz maçlarda bile atılır burada çok makbul değilmiş filan gibi bir konuşmayı yapmayı hiç canım istemedi. Gülüp maça doğru baktım, abiyi görmezden geldim.
Maçın en önemli noktalarından biri insanların resim çekilme ve çekme isteği. Stada gerçekten 80 bin kişi geliyor. En az 50 bini sırtını sahaya dönerek maç öncesi ve sırasında fotoğraf çektirmeye çalışıyor. Artık herkes o kadar kanıksamış ki baba benim fotomu çeker misin demeye bile gerek yok. Size doğru uzatılan cep telefonu ve kameralarla hemen çekiveriyorsunuz en güzel kareyi.
El Classico dedikleri 22 kişinin oynadığı br futbol maçıymış meğer. Büyüleyici bir tarafı yok. Ben demiyorum ki FB-GS maçı daha etkileyici. Hayır alakası yok. Oyun her halükarda seyirlik. Ama dünyanın gözünü dikip bakmasını, içeri girmek için 600 Euroyu gözden çıkarmaya değecek bir şey değil… Olmasa da olur gibi geliyor bana şu andaki kafamla

[history_timeline]

İçimizdeki İrlandalılar’ın yakın portresi

eurovisionBundan sadece birkaç hafta önce bir arkadaşım vasıtasıyla Eurovision’a katılmak için İrlanda’nın 5 finalistinden biri olmuş Inchequin grubuyla tanıştım. Gerçekten ilginç bir topluluk… 2 İrlandalı, 3 Türk müzisyenden oluşuyorlar. Macera, iki İrlandalı’nın 2009 yılında Bodrum Gümüşlük’e gelmesiyle başlıyor. Bodrum’da Türklerle tanışıyorlar. Türkler onları başka Türklerle tanıştırıyor. Beraber şarkı söylüyor, eğleniyorlar. Malum folklorik şarkı deyince Türkiye oldukça büyük değer taşıyor. İrlanda da bu konuda hiç fena değil. Birbirleri arasında şarkı değiş tokuşu yaparken beste de yapmaya başlıyorlar. Sonra, Son Kez geliyor.

HEALYŞarkı RTE, yani İrlanda’nın devlet televizyonuna gidiyor. Orada çok beğeniyorlar şarkıyı. Eurovision’a gitmek için seçilecek 5 şarkıdan biri oluyor. Şarkıya ve gruba danışmanlık yapması için Shay Healy verildi gruba. 1943 doğumlu bu gazeteci ve şarkı yazarı, bizim yakından bildiğimiz Johnny Logan’ın ilk zaferi What’s Another Year şarkısının da yazarı. Bu arada ilginç olan şey, şarkının iki farklı sürümü gönderiliyor İrlanda’ya. RTE içinde Türkçe sözler olanını seçiyor. Şarkı oldukça otantik çizgiler taşıyor.

Yarışmaya katılacak diğer şarkılar, Son Kez’in yanında oldukça piyasa işi kalıyor. Neresinden bakarsanız bakın Son Kez otantik bir şarkı. Söyleyenlerinden sözlerine, içindeki melodisine kadar… Akılda kalıyor, aynı zamanda hafif hafif de oynattırıyor…

Bu şarkı İrlanda finallerini geçer gibi geliyor bana. Grupla birlikte fotoğraf çektirdiğimiz bir gün benim yanımdan İrlanda’da bir radyo kanalıyla konuştular. İrlandalılar aptal değil. Avrupa’daki Türk dağılımını gayet iyi biliyorlar. Radyo yapımcısı konuşması sırasında Türk nüfusun gücüyle nerelere gelecekleri konusunda fikir sahibi olduğunu gösterdi. Şarkı çok güzel aynı zamanda bunun için de oy vermelisiniz dedi dinleyicilerine… Evet Avrupa’da milyonlarca kendine ait cep telefonu olan Türk izleyici var. Evet birkaç doğru hareketle hem Birleşik Krallık coğrafyasından hem de Orta Avrupa’dan sadece içinde Türk ve Türkçe şarkı sözleri olduğu için çok ciddi oy alabilir.

Gelelim grup elemanlarına… Hugh inanılmaz kafa bir adam. Çok komik. Beklenmedik esprileri var. İnanılmaz büyük heyecana kapılıyor ama ada coğrafyasının insanlarının genel özelliği belki de, bunu çok iyi gizleyebiliyor. Ona içimizdeki İrlandalılar deyiminden bahsettim. “Ne güzel bizi sahiplenmişsiniz” dedi. Sonra ona içimizdeki İrlandalılar’ın Mustafa Denizli tarafından bir maç yüzünden nasıl ve kimlere söylendiğini anlattım. Çok güldü. Maçı hatırlamadı muhtemelen. Çünkü o biraz daha Rugby tutkunu.

Sinead, inanılmaz sessiz biri. Hani maillerde tamam da yüz yüzeyken bile gerçekten orada olup olmadığını anlayamıyorsunuz bile. Her daim gülüyor. Sanırım hisleriyle gülüyor çünkü bazen biz aramızda Türkçe kaynatırken bizim yaptığımız esprilere dahi gülüyor. Başta aslında sular seller gibi Türkçe bilen bir ajan olduğunu düşündüm… Hiç yüzüne söyleyemedim.

Her grubun içinde var mıdır bilmiyorum, ekibin yerinde duramayanı Selin. Tiyatro eğitimli, TV ve dizilerin aşina siması… Gülünce gözleri kaybolan kadın. Bıraksanız İrlanda’ya koşarak gidecek, iki dakika bıraktığınız yerde duramayan, eğlenceli bir tip. Eğer grup eğlenceli olmasaydı kesinlikle içinde bulunmayacağına garanti verebilirim. Şu bir gerçek ki Inchequin Malmö’ye giderse oradaki herkesi çok eğlendireceğine eminim.

Tevfik, çok acayip bir adam. Herkesin kıskanacağı bir müzik hayatı olmuş. Konservatuar bitirerek mesleğe mektepli olarak başlamış. Devlet Senfoni Orkestrası’nda 8 sene görev almış. Sonra gül gibi devlet memurluğunu bırakıp kendini sokaklara vermiş. Ama bizim bildiğimiz sokaklara değil, Whitney Houston, Pavarotti, Diana Ross ve Sarah Brightman’ın arkasındaki sokaklara… Ünlü değil efsane adamlarla çalışmış, film müzikleri ve aranjmanlar yapmış. Sadece trompet çalarken gülmüyor. Çünkü ben denedim trompet çalarken gülemiyorsunuz.

Ayda ile yüzyüze tanışmak mümkün olmadı. Bir kez telefonda görüştük o da sanki 23 yıldır gece gündüz beraberiz de 15 dakikalığına ayrılmışız gibi… Çaldıklarını, Türkiye ve dünyada yaptıklarını okudukça insan onun gerçek olamayacağını düşünüyor. Eğer yan yana durursak kesinlikle gerçek mi değil mi söyleyeceğim.

Bence bu ekip için zor olan İrlandayı kazanmak. Eğer orayı geçerlerse Eurovision bizimdir diye düşünüyorum.

Kelebeğin Rüya Gibi Çocuğu

kelebegin ruyasiBundan seneler önce birkaç filmde gördüğümüz, ne enteresan tip dediğimiz bir çocuk belirdi Amerikan filmlerinde… Adı Brad Pitt’ti. Yakışıklı bir çocuktu. Yan rollerde biraz umarsız, çokça değişik bir tip olarak çıktı karşımıza. Ama sonra birden bire Bizi Ayıran Nehir filminde görünce onu, çok kahraman görünce çok tiksindik ondan. Sonra İhtiras Rüzgarları filminde seyredince artık onu her gördüğümüzde özellikle hayran hayran onu seyreden kızlar yüzünden nefret ettik ondan… Ben kendi adıma her çıktığında tefe koyup dalga geçebileceğimiz, sinemada daha ilk gösteriminde filmi seyrederken dalga geçeceğimiz bir karakter bulmanın haklı gururunu yaşıyordum.

Sonra birbiri ardına Se7en ve Twelve Monkeys geldi. Kendimden utandım. Hele o 12 Maymun’daki hastalıklı tip, bir insan hakkında ne kadar yanlış kararlar verilebilir, ne kadar yanılabilirsiniz ki sorularının çok açık cevabıydı. Sonrasında seyrettiğimiz Snatch ve Fight Club için söyleyecek söz zaten yok.

Dizi seyretmeyen bir insan olduğum için Kıvanc Tatlıtuğ’un genel olarak kariyeri konusunda hiçbir fikrim yoktu. 2005’te Gümüş diye bir dizide oynamaya başlamış. Sonra Amerikalılar Karadeniz’de gibi gereksiz bir film denemesi olmuşsa da hep hayatını ve tanınırlığını dizilerle götürmüş. Sonra Yılmaz Erdoğan Kelebeğin Rüyası filminde onu kullanmaya karar vermiş. Bunların hepsi bana çok yabancı… Ben onu “ne yakışıklı çocuk di mii” diyen yarı ergen kızlardan duydum. Doğal olarak gerildim. Çünkü pis sakal ve buğulu bakışlara sahip resimleri beni sinirlendirmeye yetti de arttı.

Ardından enteresan şeyler duymaya başladım Örneğin bir Azerbaycan gezisinde Azeri kızların onun için öldüğünü söylediler. Aynı şeyi Kazakistan’da da duyunca konuyu Türk dizilerinin emperyal bir biçimde dünyaya yayılması fenomenini düşünmeye başladım.

Ani bir kararla gittiğimiz Kelebeğin Rüyası filminin galasına girmeden önce acaba hangisi diye bakınıp durdum, ama öyle heybetli bir tipe rastlamadım. Açıkçası Yılmaz Erdoğan’ın böylesine duygusal bir film için onu seçmesi de biraz gerdi beni ama sesimi çıkarmadım ve bunları kendime sakladım. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü filmde O heybetli adam; tıfıl, veremli, tırnaklarını yiyen, ezik ve şair ruhlu bir adam olarak çıktı karşımıza. Olağanüstü derecede gerçekti. Olacak iş değildi. Filmin sonuna kadar “aha lan işte” diye bağıracak bir açığını kolladım. Ama dev gibi bir performans sergiledi. Akıllara zarar bir oyun çıkardı. Benim için ikinci Brad Pitt vakasıdır bu.

Filme gelecek olursak… Gerçek bir hikaye, geçmiş zamandan hepimizin adını bildiğimiz bir şairin etrafında gölgede kalmış insanlara dair bir film. Dörtte üçü çok gerçekçi, dörtte biri altı pastan kaleciyle karşı karşıya kaçan gol hissi uyandırıyor insanda… Keşke diyorsunuz ama kelimeler düğümleniyor boğazınızda. Birçok yeri o kadar güzel ki gözden kaçanları unutturuyor. Hikayenin başlangıcındaki ve ortasındaki Zonguldak Madenleri sahnesi gerçekten seyirlik. Erdoğan bunları ayrı bir klip olarak çıkarsa muhtemelen seyir rekorları kırardı. Arabalarından çarşı pazarına kadar dolu dolu bir gerçekçilik sarıyor dört yanınızı…

Yılmaz Erdoğan’ın şiire olan yakınlığı bir yandan filme konusunu veriyorsa da bazen şiirle büyülemek isterken filmin gerçekliğinden koparıyor insanı. Malkoçoğlu’nun kolunda saat görmek gibi. Diyaloglar ustaca; ama yönetmen ve senarist Erdoğan şair Erdoğan’ın hava atma isteğine kurban gitmiş gibi duruyor zaman zaman… Sanki biraz daha az kassa kendini, çok daha iyi olurmuş gibi geldi. Bu benim film izleme gerçekliğim. Ülkede bunu beğenecek birçok insan vardır.

Filmin diğer rolleri üstünde konuşmaya değer… Mesela Tatlıtuğ’un kankası Rüştü Onur’u oynayan Mert Fırat zaman zaman büyük oynuyor. Filmde esas kızın babası rolünü oynayan Ahmet Mümtaz Taylan… Müthiş bir rol çıkarıyor. Zonguldak’ta maden sahibi zengin ve kızını düşünen bir baba… Hulusi Kentmen ya da Nubar Terziyan babacanlığında değil, ama kızının aşkını satın almaya çalışan kötü kalpli bir baba da değil. Sadece bir baba. Sert bir baba. Belki baba olunca insan böylesi filmlere daha değişik bakıyor. Bence inanılmaz bir rol çıkarmış. Demememiz lazım ama onun oyunu beni yaptığı her şeye ikna ettim. Fİlmden çıkarken gördüğüm herkese “adam haklı beyler” demek zorunda kaldım.

Filmin esas kızına gelince… 1983 doğumlu bir kızımız Belçim Bilgin… Bunun gerçek değil film olduğunu hatırlatıyor bize… Olmamış kelimesini bu filmin bir yerlerinde kullanma imkanı sağlıyor. Ah be Yılmaz Erdoğan… Ah be güzel kız oynatma sevdası. Ah be “30 yaşındaki kızı liseli kız diye yutturabiliriz belki” aşkı. Filmin bir yerinde bir arakter diğerine o kızın senden ne kadar küçük olduğunu bilmiyor musun diye soruyor. Yok değil ki? Üstündeki lise üniforması onu küçültmüyor. Hatta Tatlıtuğ’dan gün hesabıyla 9 ay kadar da büyük… Kesinlikle gülmesi de ağlaması da bakması da gitmesi de bana çok suni geldi. O olmasa, mesela yan kadın oyuncu rolündeki Farah Zeynep Abdullah oynasa (ki bu kız 1989’lu, nispeten liseli diye yutardık belki) çok daha iyi olurdu. Kızcağız birkaç sahnede inanılmaz kareler verdi…

Ve gelelim filmde belki üzülmemem gereken ama yazmazsam aklımın takılıp kalacağı şeylere… Bu ülkede gerçekten de 15-65 yaş arasında madende çalışma zorunluluğu getirilen işçilerin olması, çalışmaktan kaçanların zincirlenerek madenlere götürülmesi bu ülkenin toptan bir ayıbı. İkinci Dünya Savaşı içindeki ülkenin bunu yapmasını doğru bulmak imkansız ama o zamanın şartlarına göre düşündüğümüzde, biraz aklıselim olduğumuzda farklı düşünceler kaplayabilir düşünmeye yatkın beyinleri. Yine ülkenin bugünkü konjonktürünü düşündüğümüzde, millet madenlerde verem olup giderken CHP bayraklarının altında danslar yapan tenis oynayan kızları filmlemeyi çok masumane bulmadım. Ki o zamanki CHP, CHP değil, devlettin ne yazık ki ta kendisiydi. Ülkenin bugünlere gelmesinde en büyük rolü olan ve gerici kesimin neden ve niye kapattığını sadece düşünmeye yatkın beyinlerin kavrayabileceği Halkevleri’nin manevi şahsına atılmış bazı kazıklar gördüm o filmde. Belki ben çok paranoyağım (öyleysem de bu benim değil konjonktürün suçu). Ama yine de hislerini yazmadran duramayan bir adamım. Söyledim kurtuldum.

Bu film kesinlikle seyredilmeli. Seyretmeyen, iyisi ve kötüsüyle çok şey kaybeder.

Şunu da belirtmekte fayda var: Behçet Necatigil’in şahsında yeniden şiir yazmaya mecbur hissettim kendimi. Kesinlikle bu açıdan bile görülmeye değer bir film…

Bu yazı muhtemelen filmden çıkınca koşarak evine gelen ve bilgisayarını açan ilk ben olduğum için hakkında yazılmış ilk yazı…

Alpay’ın Maria Magdalena ile ne işi var?

Pop tarihimiz entelektüel tarihimizle aynı hizada gitmiyor. Eskiden dinlediğimiz şarkları sonradan öğrendiğimiz şeylerle harmanladığımızda karşımıza çok acayip şeyle çıkıyor. Alpay’ın çalıp söylediği Madridli Maria şarkısı da bunlardan biri. Öncelikle gelin beraber sözlerine bir bakalım:

dün yine gezindim anılarda
madrid’in arka sokaklarında

andım seni maria, maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca

oyna maria, maria, maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca

madrid gecelerinde yalnız o vardı
kadehler hep onun için kalkardı

oyna maria, maria, maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca (2 kez)

maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca, çılgınca

E peki oldu mu bu Alpay abi? Biz seni İzmirli aynı Julio İlgesias tadında futbolculuktan müziğe geçmiş güzel bir abimiz olarak bilirdik. Ama sen gittin Hristiyan kültürünün en tartışılan ikonlarından birini şarkında oynattın aşık oldun.

Kimdir Maria Magdalena bir bakalım tarihin tozlu yapraklarına: Batı kilisesi Maria Magdalena’yı (yazması çok uzun bundan böyle MM diyeceğim kendisine) yıllarca bir fahişe olarak andı. Olsa yeni ahitte asla böyle bir tanımlama bulunmamaktaydı. Bazıları onu kadın hareketinin ilk liderlerinden biri olarak tanımladı. Bazıları onu sahip olmadığı iffeti arayan bir kişilik olarak tanımladı. Adına dini bayramlar tatil günleri ve festivaller düzenlendi. Öyle ya da böyle Hristiyanlık için en tartışılan isimlerden biri oldu.

Sonra bizim şarkıcı Alpay efendi 1984 yılında çıkardığı bir albümün içine Maria Magdalena ismini yapıştırıverdi. Ne hakla? İade-i itibar mı yaptı MM’ye? Yok artık. Bizim haddimize mi? Türkiye’de darbeden yeni çıkmıy ülkede Hristiyanlık propagandası mı yaptı? Yok artık hala MM’yi tanımaz ülkemin nüfusunun yüzde 98’i… O zamanlarda kimse tanımaz desek hiç de yanlış olmazdı. Peki o zaman ne? Şarkıyı defalarca dinledim. Sözlerini üst üste okudum. Bir anlam veremedim. Eğer bu konuda söyeyecek bir sözü olan varsa lütfen katkıda bulunsun.

Maria Magdalena’yı “oooh oyna yavrum yandaaan” diyerek oynatmak, Hazret-i İsa’nın neredeyse bekarlık yeminine malolacak şahsiyeti şarkılaştırmak bizim olayımız mıdır?

Bir düşünelim bunu…