30 santim arkadan

cetvelHava boğucu derecede sıcaktı. Avrupa’nın batısında gün boyu gitmeyen, kimilerinin bunalıma girip intihar etmesine neden olan bulutlar o bölgede kurtarıcı olarak tanımlanıyordu. Ama bulut görmeyeli sanki yıllar olmuş gibiydi. Çocukların bir bulut resmi çizemeyecekleri kadar uzun zamandır ne bir bulut görünmüş ne bir yağmur damlası düşmüştü. Sanki yıllardır yağmıyordu yağmur. Belki bu büyük bulut özlemi yüzünden, belki de cehennem sıcağından korunmak için beyaza boyalıydı oradaki ev. Uzun ve tembel yaz günlerinde keyifle oturmak için inşa edilmiş ama mimarın akılsızlığı yüzünden gün boyu güneşe bakan veranda yanıyordu. Eğer oradan bir itfaiye eri geçse mutlaka bu ahşap evin yakınlarında bir yangın musluğunun konmasını isterdi.
Uzun, sıkıcı ve boşa geçmiş bir hayatın trajikomik portresi gibiydi adam. Sıradan bir köyün alışılagelmiş çiftliklerinden birinde yaşıyordu. Herkesin gittiği bir okula gitmiş, herkesin öğrendi şeyleri öğrenmiş, tam orta dereceyle mezun olmuştu. Farklı olmak için yanıp tutuşmamıştı hayatının hiçbir döneminde. Sonrasında da zaten farklı bir şeyler yapmaya vakit bulamamıştı. Sene başında ne kadar ürün vereceği belli olan bir buğday tarlasını sürüp kaça satacağı çok önceden belirlenmiş hasat alıyordu yıllardır. Ne bir böcek girerdi tarlasına ürününü kırıp onu aç bırakacak ne de bir damla fazla yağmur damlası düşerdi toprağına evinin camlarındaki o sıradan perdelerini değiştirecek. Yaşlanana kadar o kadar sıradan bir hayat sürmüştü ki eğer sıradanlığın bir rütbesi olsaydı, onu kesin mareşal ilan ederlerdi.
Günün birinde kendinin o kadar da sıradan olmadığının farkına varmıştı. Gözleri kasabada beraber yaşadığı bütün yaşıtlarından önce bozulmuştu. Hayatının değişmeye başladığı andı bu. Köyün doktoru onun sivri kafası ve kepçe kulaklarının kavrayabileceği gözlükler bulmakta zorlanmıştı. Köyün tüm yaşlılarının taktığı kalın çerçeveli kemik gözlükler yerine yuvarlak çerçeveli metal gözlük bulmaya çalıştı onun için. Bu küçük değişim bile onu ölesiye tedirgin etmişti. Eğer kolunun bir parçası gibi her zaman yanında gezdirdiği, saman küremeye yarayan büyük çatalı gözleri görmediği için ayağına batırmasaydı gözlük almanın gereksizliğine bile inandırabilirdi kendini.
Mecbur kalınca kabul etti kasaba doktorunun gözlük ısmarlama önerisini. Gözlüğünü en yakın şehirden getirteceklerdi.
Bu değişim onun hayatına dünyanın en sıra dışı kadınını soktu. Şehirden gözlüğünü kasabaya getiren 20’li yaşlarının sonlarındaki sarışın kadını ilk gördüğü anda o güne kadar aslında hiçbir kadına bakmayarak, evlenmeyi aklından bile geçirmeyerek ne kadar sıra dışı bir adam olduğu anlayıverdi. Kadın güzeldi. Hele sıradan bir kasaba için fazla güzeldi. İyi giyimliydi. Düzgün taranmış saçları boynundan hiç eksik etmediği broşu ile fark yaratıyordu bakanların hayatında. Eğer bir kez gülebilseydi gerçekten çok daha güzel olabilirdi.
Elbette kadının da gülebildiği zamanlar olmuştu. Aristokrat bir ailenin tek kızıydı. En iyi okullarda, en yetkin öğretmenler tarafından yeryüzünün tüm görgü kuralları öğretilerek büyütülmüştü. Ama doğumundan 85 sene sonra keşfedilecek olan bir şeker hastalığı yüzünden yerinde duramayan, kalıplara sokulamayan, hep farklılıklar arayan bir yapısı vardı. Zamanının kabul edeceği limitlerin dışında erkeklerle beraber olmuş, bir o kadarıyla evlenmiş ve boşanmıştı. Sadece birkaç yıl içinde ailesinin yüz karası olmuştu. Ülkenin en önemli görevlerinden birkaçını üstlenmiş babasının kalbi onun bu uçarılıklarını kaldıramamış, henüz ellili yaşlarında durmuştu. Genç kadın elbette babasının ardından birkaç gün gözyaşı döktü, ardından hayatına ve erkeklere kaldığı yerden devam etmek için kıyafetlerini giydi. Sokağa çıkarken gözü yaşlı annesi ona bir annenin kızına sarfedebileceği en ağır sözleri söylememiş olsaydı hayatı yine böyle devam edecekti: “Senin yüzünden öldü baban. Senin o kaltak yaşamın yüzünden. Senin yüzünden yalnızım, senin yüzünden hayatımın tek varlık sebebi olan adamı kaybettim. Ve sen bundan tek bir ders bile almadın. Ve ben de seni yalnız bırakıyorum.” Annesinin camın içinden geçip sokağın sert zeminine çarpmadan önce söylediği son sözlerdi bunlar.
Sonrasında elbette ki paralar suyunu çekti, evi ve sahip olduğu her şeyi, bedeni de dahil olmak üzere satışa çıkardı. Mümkün olan en sefil hayatı yaşarken gülmeyi unuttu. Ta ki bundan da sıkılıp gitme vaktinin geldiğini anlayana kadar.
Yaşadığı şehri terk edip bir şirkette karın tokluğuna getir götür işleri yapmaya başladı. Günün birinde yakındaki kasabalardan birinden gözlük siparişi geldiğini söyledi başında çalışan ve ona asılıp duran patronu. Onun işi olmamasına rağmen seve seve kabul etti bunu. Ve sıradan kasabaya gelip sıradan bir adama gözlüklerini ve hayatının kalanını teslim etti.
İlk görüşte aşk olarak niteledi köydekiler bu durumu. Hayatı boyunca yalnız yaşayan bu adama vurmuş en büyük piyangolardan biriydi bu kadın. Herkes çok kıskandı onların bu sıra dışı birlikteliklerini. Herkes sebebini sordu, bazıları dedikodu yaptı. Ama kimse ne bu aşkın sebebini, ne de kadının daima kocasının 50 santimetre arkasından yürümesinin sebebini anlamadı. Kocası da anlamadı bunu…
Aslında kadın da tam olarak biliyordu bunun sebebini. Adam gözlüklerini denerken, arkadan bakmış ve ona sarıla ihtiyacı duymuştu. Sıradan adam başta irkilmiş ama kadının sıcak kollarının bedenine dolanmasına izin vermişti. Sonrasında da evliliğe kadar sürüp gitmişti bu.
Adamın vücuduna ait değilmiş gibi duran boynu, kepçe kulaklarının vücuduna yaptığı açıyla onun yüzünden ölen babasının kopyasıydı. Babası onun yüzünden gitmiş, ama sonra onu affetmiş ve günün birinde geri gelmişti işte. Ama sadece arkadan… 50 santimetre mesafeden…