Kategori: Hikaye

  • Aşk: Kaybedenlerin oyunu

    Aşk: Kaybedenlerin oyunu

    Raskolnikov24 ve Karenina26, gökyüzünü alev alev yakan bir günbatımında üstünde martıların uçtuğu, ara sıra yunusların çıkıp havada taklalar atıp tekrar daldığı bir okyanus kıyısında uzaklara bakıyorlardı. Arkalarındaki ağaçlardan gelen rüzgarın hışırtısı ve şarkılarını akşam saatlerine saklamış olan kuşların sesleri ortamı aşık olmak için ideal bir hale getiriyordu.

    Raskolnikov24’ün sarı saçlarının rengini daha belirginleştiren mavi gözleri; Karenina26’nın pürüzsüz bir tene sahip ince omuzları üstündeki gezindi. Sonra neredeyse batan güneşle aynı renkteki kızıl saçlarını süzdü. Gözlerinin yeşili, dişlerinden gelen ışıltı, minik ellerini süslemek için oraya konmuş izlenimi uyandıran narin parmakları, akan sakin bir dere doğallığında vücut hatları…

    Raskolnikov24’ün sağ eli Karenina26’nın sol elini ezberlemekle meşguldü. Her boğumu, her girintiyi, tırnaklarının üstündeki kayganlığı, elinin sıcaklığını… Kulağına aşka dair bir şeyler fısıldadı, mümkün olan en kısık ses tonuyla. Kız güldü mümkün olan en melodik sesle. Sonra kız onun kulağına bir şeyler söyledi güzelliklere dair. Oğlanın elmacık kemiklerinin çevresi kızardı biraz.

    Bir sessizlik oldu. Oğlanla kız birbirine baktı bir süre. Kız güldü ama oğlan gülmedi. Ardından oğlanı titreme aldı. İnsansı bir titreme değildi bu. Yüzü silikleşmeye başladı. Ayaklarından saçlarının ucuna kadar mozaiklendi, hemen ardından kızı da titreme aldı. Kız “hayır yapma” diye bağırdı, oğlanın titremeleri arttı ve kör edici bir aydınlık; okyanusu, günbatımını, ormanın yeşilini ve güzel kadınla adamı alıp götürdü.

    Aydınlığın, sanal gerçekliğin ardından, leş gibi bir sokak, kara kuru bir kız, kısa boylu ve hafif kambur duran bir erkek kalmıştı. Bilgisayarın yarattığı, güzel olan her şey gitmişti. Oğlan “oyunun bana verdiği yetkiyle…” diyerek başladı söze. “Dur!” diye bağırdı kız, “bunun bir aşkı kaybetme oyunu olduğunu biliyorum. Bunu kazanırsan çok para alacağını da biliyorum. Paraya ihtiyacın olduğunu da biliyorum. Kim ötekini daha büyük hayal kırıklığı yaratarak terk ederse daha çok para kazanacağını da biliyorum. Ama ben…”

    Kız sözlerini bitiremedi. Gözlerinden aşağı yaşlar süzülmeye başladı. Kaybetme oyununda sanal gerçeklikle güzellikler yaratıp karşısındakini terk etmek mükemmel bir fikirdi. Ve kız bu tuzağa düşmüş görünüyordu. Gözyaşlarını engellemeye çalışmadan, neredeyse haykıran bir ses tonuyla konuşmaya devam etti: “Ben senin sanal gerçeklikteki tipine değil, avuçlarıma dokunan o ellerine aşık oldum. Bu yüzden seni terk etmedim, edemedim. Aşk gerçek hayatta da bir kaybetme oyunu biliyorum. Ama seni gerçekten sevdim ve ne kadar sürerse sürsün, ne kadar sefil olursam olayım ellerimi bırakmanı istemedim. Beni istediğin zaman bırakabilirsin. Ama ellerimi bırakma. Aşkı kaybedenlerin oyunu yapma…”

    Adam durakladı. Gözleri doldu. Bakışlarını kaçırdı önce. Ardından bakışları kızın ellerine kaydı. O yumuşacık, kemikli ama sevgi vaat eden eller. Avcunun içinde denizdeki minik balıklar gibi çırpınan eller. Para, şöhret ve hayatının sonuna kadar mutlu bir yaşam… Bu potansiyel büyük aşkla kıyaslanabilir miydi? Kıyaslanmalı mıydı? Gözyaşlarına engel olmayı bıraktı. Kıza sarıldı. Sıkı sıkı sarıldı. Bir daha gitmesini engelleyecek kadar sıkı sarıldı.

    Kız onun vücudunu saran kollarına bıraktı kendini. 2000’li yıllarda 27 yaşında intihar eden bir kadının söylediği şarkıyı mırıldanmaya başladı tatlı tatlı: “Love is a loosing game…”

    Şarkının son kıtasını okuduktan sonra durdu. Kulağına doğru iyice yaklaştırdı dudaklarını ve “oyunun bana verdiği yetkiyle seni bırakıyorum” dedi.

    Adamın gözyaşlarının debisi iki katına çıktı ve neredeyse tadı değişti. Çok büyük kandırılmış, hiç ummadığı yerden darbe yemiş ve oyuna gelmişti. Kadın, o zamana kadar bu oyunda yaşanmış en büyük kandırmalardan birini gerçekleştirmiş ve rekor bir puan ve ödülle oyunu sonlandırmıştı.

    Hala onu kollarında tutmak isteyen adamdan usta bir manevrayla ayırdı kendini. Gökyüzünden kendini izleyen kameralara doğru eski tiyatrocuların yaptığı tarzda bir selam verdi.

    Erkek salaktı ve neredeyse hala birkaç dakika öncesindeki kadar aşıktı kıza.

    Hep öyle değiller miydi?

  • Kırılmasın diye durur kalbim…

    Kırılmasın diye durur kalbim…

    İnsanlar sanki kendileri iyi bir zekaymış gibi kendilerine benzeyen yapay zeka robotlar üretmek istedi tarih boyunca. Kendi kendine düşünen ve hatta karar veren robotları ilk yaratan tarihe geçecekti. Bu konuda yoğun bir savaş vardı dünyanın dört bir yanına dağılmış mühendisler arasında.

    Zeka ve otonom karar mekanizması ne ola ki? Robotun ününe bir engel çıkınca etrafından dolaşması mı? Bir uzvunu ateşe sokmaması mı? Araba kullanırken yolun ortasında salak salak oturan köpeği ezmeden etrafından dolaşması mı?

    Bu sorunun cevabını aşk olarak verdi bir felsefe profesörü. Aşk açıklanamaz ve çok insani bir kavramdı. Durumdan duruma, sevenden sevene, hatta sevilenden sevilene değişirdi. Al da şu kavramı tanımla deseniz kimse size aşk budur diyemezdi ama aşık olmuş bir salağı görseniz 23 kilometreden tanırdınız.

    Dünyanın ilk aşık robotunu İsviçre’nin en iddialı yapay zeka takımı hayata geçireceğini söyledi. Tüm dünyadan sır gibi saklanan yöntem çok basitti aslında. Yapay zeka insan aklının muhakeme gücünü kazanabilmek için onun birkaç ömürde biriktiremeyeceği kadar veriye maruz bırakılırdı. Yapay zekayla çalışan avukat mı yapacaksınız? Sokun bütün hukuk davalarını beynine, alınan tüm kararları harmanlasın ve size hukuk anlatsın. Doktor mu yapacaksınız? Tüm hasta bilgilerini ve onları iyileştiren tedavileri yükleyin hafıza kartlarına yanılmaz şaşırmaz bir doktor olup çıksın.

    Peki aşık bir yapay zeka üretmek için ne yaparsınız? Ona aşkı öğretirsiniz. İçinde aşk yansımaları olan tüm şarkıları, şiirleri, filmleri, roman ve öyküleri derlediler. Gerçekten gelişmiş bu hafıza yığınının içine sokuşturdular. Tıp, hukuk ve mühendislik alanlarında yapay zeka üretmek ne kolaydı, ne kadar güzel sınırları vardı bu bilim dallarının. Ama aşkın sınırları neredeyse yoktu. “Aldığı kadar” dedi bir profesör. Yaklaşık 6 aylık bir bilgi depolama ve bunları işleme sürecinin ardından yapay zeka aşka hazırdı.

    Profesörlerden biri bir asistana yapay zeka ile sohbet etme emri verdi. Kız bu deneyin gururlu ve gönüllü bir parçası olarak neredeyse hiç uyumadan bir ay boyunca yapay zeka robotla konuştu, kendini anlattı. Robot bu uzun sohbetin ardından gerçekten de kendine öğretilmemiş insani salak aşık tepkileri vermeye başladı. Asistan yanından uzaklaştığında işlem hızı düştü, yanındayken aşırı tepki vermeye, daha çok pil kullanmaya başladı.

    Eğer profesörler cihazın uyku konumunda da etrafı dinleyebildiğini hesaplamış olsalardı deney kesinlikle başarıyla sonuçlanabilirdi. Ama profesörler uyku moduna aldıkları robotun yanında aşık olunması istenen kadın asistana sende de ona karşı duygu yoğunluğu oluştu mu diye sordular. Elbette şaka yapıyorlardı. Kız yaşının ve güzel olduğunu bilip bunu kullanan her kötü kalpli kadının yaptığı gibi kikirdedi: “Daha neler artık hocam yani…”

    Robot o anda çalışmaz hale geldi. Tüm ekip panik halinde milyonlarca dolar harcanmış bu robotun üstüne atlayıp onu tekrar çalışır hale getirmeye çalıştılar. Ancak robot çalışmayı reddediyordu işte.

    İsviçreli uzmanlar arasında Türkçe bilen olsaydı o anda robottan salona yayılan ve “anlamsız bir tepki” olarak niteledikleri şarkının sözlerinden çıkarım yaparlardı. Ancak kimse bu eski şarkının ne demek istediğini araştıma gereği duymadı:

    Kırılmasın diye durur kalbim

    Usul usul bedeni aşar aşk

    Aşk ölmez biz ölürüz…

  • Bir Ayrılığın Anatomisi

    Bir Ayrılığın Anatomisi

    Başta her şey iyiydi. Sonradan acayipleşti.

    Beraberken konuşuyor ve anlaşıyorduk. Aramızdaki anlaşma her konuda fikir birliği sağlama değil onun söylediklerini anlama ve benim söylediklerimi anladığına emin olmaktı. Bunu sık sık birbirimizde deniyorduk. Birbirimize o an anlamsız küçük komutlar veriyorduk. Bazen git diyorduk bazen gel diyorduk. Al diyorduk ve ver diyorduk. Ve bu komutların hepsi eksiksiz yerine getirilebiliyordu.

    İşler daha da yakınlaşmaya başlayınca karmaşıklaşmaya başladı. Çünkü uzaktayken al ve ver gibi komutlar yeterli olurken birbirine çok yakınlaştığında elini boğazımdan çeker misin, gözlerime parmaklarını bu gece de sokmasan olur mu gibi komutlar devreye girmeye başladı. Bunları anlamak da yerine getirmek de eskiye oranla daha zordu.

    Yakınlaştıkça anlaşılmanın zorluğunun bana iki seçenek getirdiğini söyledi kadın: Ya karşımdakinden eskisinden de fazla uzaklaşacaktım ya da şimdikinden daha yakın olacaktım. Yoksa anlaşamaz birbirimize zarar verirmişiz. Yakın olmakla birbirimize zarar vermek arasında seçim yapmak hiç de güç değildi. Kaldı ki yakın olmak şahaneydi: Kalorifere verdiğiniz para azalıyordu, içkiye ve yara bandına…

    Ne kadar yakınlaşırsak aramıza o kadar çok insan girmeye başladı. Biz birbirimize uzakken bizimle ilgilenmeyen herkes biz birbirimize yakınlaşınca aramıza girmeye çalıştılar. Nedenini anlamak mümkün değildi. Aramıza girerken de hep kaşlarını çatıyorlar, korkunç korkunç bakıyorlardı bize. Kadın bu konuyu araştırmış. Bunun sebebini değil çözüm yolunu söyledi bana: Biz birlikte olmak için bizim çöplerimizi almaya gelen ve sifonu çektiğimizde kakaların gittiği yeri belirleyen adamdan izin almalıymışız. O anda tuhaf gelse de etrafımızdaki çatık kaşlı insanların gitmesi için buna değer diye düşündüm.

    Herkes çok sevindi bunu yapmamıza. Büyük kutlamalar yaptılar bunun için. Kakalarımızın gideceği yeri saptayan adamın hayatımızın gideceği yeri belirlemesine izin verdiği için hediyeler verdiler, güzel kıyafetler giydirdiler bize. Ama artık kaşlarını çatmıyorlardı ve hediyelerden çok daha önemliydi bu.

    Yeni olan her şey değişim anlamına geliyordu. Değişen her şey kötülük anlamına geliyordu. Çünkü birlikte olmak, yan yana yürümek ve kadının eline dokunmak istemesinin sebepleri o anki durumdu. O durum her değiştiğinde birlikte olma sebeplerinden biraz daha uzaklaşıyordunuz.

    Ama tek sorun o da değildi. Bir gün kadınla konuşurken cümlelerinin arasında anlayamadığım bir kelime duydum. Başta çok da takılmadım. Sonra anlamadığım kelime ikiye çıktı, üçe dörde… Bu kelimelerin anlamlarını çözemedim bir türlü. Ama sanırım anlamadığım kelime de en büyük sorunum değildi. Ben bir şeyler söylediğimde kadın da benim söylediklerimi anlamıyordu. Bu kelimelerin kullanıldığı yerlere bakıp anlamlarını çözmek için bayağı bir çaba gösterdim. Fakat bu dili öğrenmek mümkün değildi.

    Anlaşabilmek için birbirimize el hareketleriyle komutlar vermeye başladık. Ortak hiçbir kelimesi olmayan iki kişi için başta bayağı bir işe yaradı bu. Ama temel ihtiyaçları karşılayabiliyordu bu komutlar. Kendimi küçükken sahip olduğum köpek gibi hissettim. Yat! Gel! Isır! Bu gibi komutlara itaat ediyordum el işaretleriyle. El işaretlerinin bir diğer kötü tarafı da karmaşık duyguları ifade etmek imkansız hale geliyordu. “Neden artık benim gözlerime eskisi gibi bakmıyorsun” veya “keşke bana dokunduğunda eskisi kadar sıcak olsa ellerin” gibi soruları el işaretleriyle anlatmayı ben beceremiyordum. Kimse de beceremez gibi geliyor bana.

    Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bıçakla dolaşmaya başladı kadın. Bir şey söyledikten sonra bıçağı ustalıkla kullanıyordu. Söylediklerini anlamıyorum ya… Bunların ne kadar kırıcı olduğunu anlayayım diye bıçağını saplamaya başladı bana. Benim için daha iyi olmuştu bu aslında. En azından onu tekrar anlamaya başladım. Bacağıma saplayınca az kızgın olduğunu görüyordum, karnıma saplayınca biraz daha sinirli, gözüme saplayınca çok sinirli, gözüme saplayıp bıçağı içerde çevirince iyice sinirli.

    Sonra beni kolumdan tutarak bir yere götürdü. Bu gittiğimiz yerde kötü kıyafetleri belli olmasın diye üstüne siyahlı kırmızılı yeşilli giyen adamlar ve kadınlar vardı. Herkesten yukarda oturuyorlardı. Sinirli sinirli bakarak sert sert konuşuyorlardı. Kakaların nereye gideceğini belirleyen adamlardan aldığımız izinleri iptal edebiliyorlarmış. Onların esas görevini sonra öğrendim. Mesela yere kaka yaparsan onlar ceza kesiyormuş. Esas işleri ceza kesmekmiş ama yan iş olarak insanlara artık birbiriyle yan yana durmamaları gerektiğini söylüyorlarmış.

    O ne diyorsa öyle yaptım. Evde tek başıma oturup eski bıçak yaralarını tedaviye başladım.

    Başta her şey iyiydi. Sonradan acayipleşti.

  • Seni seviyorum diyememenin tarihçesi

    Seni seviyorum diyememenin tarihçesi

    Ülkenin anaokul kavramıyla ilk tanıştığı yıllardı. Büyük şehire yeni gelmiş ailem burada yalnız ve çok çalışmak zorunda oldukları için o minicik yaşıma rağmen beni o okula göndermişlerdi. Ötekiler evlerinde biraz daha rahat etmek isteyen ailelerin birkaç saatliğine okula gönderdikleri çocukları olduğu için bana göre çok daha büyüklerdi. Zaten zengin ailelerin çocuklarıydı. Hayvan gibi, iri yarılardı ve 6 yaşındalardı!

    Diğer çocukların en büyük eğlenceleri günün belli saatlerinde benimle uğraşmak ve anaokulunda varlık sebebini şu an dahi bilmediğim üstünde miki resimleri olan dolaba beni kilitlemekti. Hep birlikte bağırır çağırır; beni alır ve dolaba, o karanlık, dar ve boğucu yere sokarlardı. Çok korkardım. Ağlardım. Bağırırdım! Bir öğretmenin akıl edip beni oradan çıkarması için dakikalarca bazen saatlerce beklerdim.

    Anaokulda sevdiğim bir kız vardı. Aşık mıydım? İnsan o yaşlarda ne bilir ki aşık olmayı… Gün batımlarında el ele sahilde uzak ufka bakmayı keşfetmemiştim ama yine de bir şey vardı işte içimde. Adı Feriha Perihan’dı. Bir insanın neden çocuğuna böyle bir isim koymak isteyeceğini sorgulamak aklımdan bile geçmezdi o yaşlarda. Beni en çok rahatsız eden o yaşlarda “R” harfini söyleyemediğim için onun adını ağız tadıyla dillendirememekti. Çok “R” vardı isminde ve ben söyleyince çok “Y” oluyordu bu.

    Öğle saatlerinde uykuya yatardık öğretmenler biraz olsun rahat etsin diye sanırım. Yatakhane olarak tasarlanmış o odada uyumak, dolaba kilitlenmemek için çok garantili bir yoldu. Orada uyumayı hep çok sevdim. Benim tek sorunum uyanmaktı. Uyanınca çok aptal olurdum. “Bir insanın zeka yaşı uyku mahmuruyken kaç puan düşebilir ki” sorusunun cevabı gibiydim.

    Bir öğleden sonra uyandığımda herkes çoktan uyanıp ayılmış ve kendi aralarında koyu bir sohbete başlamışlardı. En toraman çocuklardan biri ‘Ben Türkan’ı seviyorum” diyor ve ona olan aşkını anlatıyordu ballandıra ballandıra. Sonrasında bir diğeri “Benim aşkım Filiz” dedi. Herkes onu takdir etti. Bu takdirlerden gazı alan bir diğer iri çocuk “Ben Emel’i seviyorum” dedi.

    Sanırım ben uyurken dünya değişmişti ve herkes aşkını ilan etmeye başlamıştı. Ne kadar güzeldi ve benim gibi aşkını dile getiremeyen biri için ne güzel bir fırsattı. “Ben Feriha Perihan’ı seviyorum” dedim tabi ki “R”leri kendi tarzımda söyleyerek. Herkes sustu ve bana bakmaya başladı. Bir terslik olduğunu anladım. Beni dolaba kilitleyeceklerini sandım. Üstümdeki pikenin altına saklanmaya çalıştım. Ama öyle olmadı. Herkes gülmeye başladı. Katıla katıla bağırarak beni gösterip gülmeye başladılar. Meğer hepsinin seviyorum dediği o dönemin sinema yıldızlarıymış. O anda beni alıp dolaba kilitlesinler istedim. Ama onlar benim etrafımda hoplaya zıplaya benimle dalga geçmeye devam ettiler. Tek gülmeyen, köşede kendince ağlayıp duran Feriha Perihan’dı.

    O günden sonra bir daha hiçbir kıza aşık olduğumu söyleyemedim. O cesaret, lüks bir semtin anaokulu yatakhanesinde buharlaşıp uçtu üstümden. Hep benim yerime “Bu salak oğlan seni seviyor kız” diyen iyi arkadaşlarım oldu.

    Ayı gibi altı yaşındaki çocukların etrafımda dans edip benimle dalga geçmesi yüzünden mi yoksa Feriha Perihan’ın annesini okula getirip öğretmenlere beni parmağıyla gösterip ağlaması yüzünden mi oldu, şimdi tam olarak bilemiyorum.

  • 1980’lerde çocuk olmak

    1980’lerde çocuk olmak

    1980’in başlarında 10 yaşındaysanız hayatınızda değişen tek şey etrafta daha çok asker görmeniz olurdu. Akşam hava kararıp annemiz artık son tehditleriyle eve çağırana kadar maç yapardık. Mahallemiz eski tip bitişik nizam apartmanlardan kurulmuştu. Kimin evinde bir şey olsa ötekisi mutlaka duyardı. O yüzden de akşam saatlerinde üniformalı amca televizyonda konuşmaya başladığında herkes televizyonunun sesini sonuna kadar açar o abiyi dinlediğini herkesin bilmesini isterdi.
    Bizim evlerden farklı tek bir tane ev vardı mahallemizde: Tam dört yolun ağzında, içine 4 apartmanın sığacağı genişlikte müstakil bir köşktü orası. Kocaman bir bahçesi ve bahçenin etrafında dikenli telleri vardı. Bahçesinde ise kocaman bir Mercedes ve o arabayla aynı milliyete mensup bir kurt köpeği. Adına Rozi diyordu herkes. Rozi’nin kız ismi olduğunu, o köpeğe boş yere “koş oğlum” dediğimizi çok sonra öğrendim.
    Köşkün karşısında maç yaptığımız, mahallemizin gürültücü yağ fabrikasının metal atıklarının biriktirildiği bir top sahası vardı. Mahallenin en geniş alanı orasıydı ama çok önemli bir sorunu vardı: Plastik toplar için bir mayın tarlasıydı sahamız. Bir topun sivri metal yüzeylere gelerek patlaması birkaç dakika sürüyordu sadece. O yüzden de naylon değil plastik top alırdık. Naylon top patlayınca büyüklüğünü muhafaza eder, ancak naylon torba gibi her şutta içine gömülürdü. Oysa plastik toplar patlayınca küçülür ve sertleşirdi. Onlarla oynamak süper keyifliydi.
    Biz küçük çocuklar çok zor oynardık orada. Genelde büyük abiler olurdu. Ama 1980’in sonlarına doğru büyük abiler çok fazla çıkmaz oldu ortalığa. Saha bizimdi, biz büyüktük ve tek derdimiz oynayacağımız futboldu.
    Ben mahallenin en iyi futbolcusu değildim. En iyi onuncu futbolcusu da değildim. Ama evim sahanın hemen yanındaydı ve hiçbir maçı kaçırmadığım için; bir de babaannem aşağı sepetle yağlı ekmek sarkıttığı için oranın değişmez adamlarından biriydim. Kimse beni takımdan atmazdı ama maçtan sonra “ne oynadım be” diye anlatabileceğim sohbet konum olmazdı. Ta ki o güne kadar…
    Herkesin hayatında bir şeyi daha iyi yaptığı, ama bunun sebebini bir türlü kendi kendine bile anlatamayacağı günler olur. Benim için o öğleden sonrası, o günlerden biriydi. Adım alıştıktan sonra altışar kişilik takımlardan birine beşinci sıradan girdim. Maç başladıktan sonra yine her çocuk gibi amaçsızca koşmaya ve kendimi helak etmeye başladım. Kendimce süper hızlı koşulardan birinin sonunda top önümde kaldı. Dizim çeneme vuracak kadar hızlı vurdum topa. Minik top, artık gol yiyip kaleden çıkmak isteyen çocuğun sağından içeri girdi. Hayatımın en güzel golüydü. Herkes birbirine ve tabii ki bana sarıldı. İddialı bir maçtı.
    Sonra top tekrar önüme düştü, yine vurdum ve yine gol oldu. İki dakika sonra bir daha top önümde ve bir kez daha çok hızlı vurarak golü attım. Bu sefer insanlar birbirlerine değil bana koştular. Mutluluktan uçuyordum. O maç ve o gün hiç bitmesin istedim.
    İki gol kalmıştı “6’da devre 12’de biter” maçının sonuna… Artık her top benim önüme yuvarlanıyordu işin kolayını bulmuş arkadaşlarım tarafından. Karşı takım bizim takımın çok kuvvetli olduğunu, adam değişmemiz gerektiğini söyleyerek gururumu okşuyordu. Şımarmış, her gelene vurmaya başlamıştım. Ve belki de maçta o ana kadarki en sert şutu çektim kaleye. Patlamış da küçülmüş minik top havalandı, kaleciyi aştı, arkadaki demir parmaklıkları aştı, aradaki yolu aştı ve son olarak içinde köpeğin olduğu büyük bahçenin içine düştü.
    Genellikle bu sahne, maçın bittiğini, aramızda para toplayarak yeni top almamız gerektiğini gösteren bir hareketti. Maçtaki bütün övgüler bir anda tersine döndü. Artık kimse beni sevmiyordu ve daha önümüzde oynayacak o kadar vakit varken sünepe gibi gölgede oturup akşam olmasını bekleyecektik.
    Hayır! O gün, öylesi bir gün olamazdı. Herkesin şaşkın bakışları arasında koşarak tellerin arasından geçtim, bahçeye doğru gittim. Herkesin köpeğin olduğu bahçeye atlayacağımı düşündüğü bir anda tabii ki sadece evin kapısını çaldım. Köpek koşarak kapıya geldi ve bana havlamaya başladı. Hayır! O maç böyle bitemezdi ve o topun alınması gerekiyordu. Evden biri çıkıncaya kadar tekrar tekrar bastım zile. Bir kadın dış kapıdan 30 metre kadar uzaktaki evin kapısına çıkıp “ne var be ne” diye bağırdı bana. “Teyze topum” diyecek oldum. Bunun için zili böylesine çaldığımı görünce Almanca sert bir şeyler söyleyip kapattı kapıyı.
    İki kere daha çaldım kapıyı ama köpeğin bana daha sert havlamasından başka bir değişiklik olmadı evde. Yaşadığım hayal kırıklığının üstüne kırılan gururumu da ekleyin. Hayatımın en güzel günü, en kötü gününe dönüşmüştü. Ayaklarımı yere vurarak artık ağladığımı saklamadan amaçsızca yürümeye başladım. Önce sağdaki sokağa, sonra soldaki sokağa, sonra yeniden sağa saptım. Zaten önümü de göremiyordum gözyaşlarından.
    “Çat” diye birilerine çarptım. “Napıyon la” dedi çarptığım adam… Yeşil kıyafetli iki askerdi bunlar. Tüfekleri vardı. “Topumu vermiyorlar ya” diyerek iyice makaraları saldım. Asker yüzümü sildi. Karmakarışık olmuş saçlarımı düzeltti elinden geldiğince. “Büyükler mi aldı topunu” dedi gülerek. “Hayır zenginler” dedim hıçkıra hıçkıra ağlayarak… Yanındaki askere baktı, “yürü la” dedi ve benimle beraber bahçeli eve doğru yöneldik. Evin önüne gelince “sen git şu kenarda otur” dedi bana ve evin kapısını çalmaya başladı.
    Sonrası bir aksiyon filmi gibiydi benim için… Kapı çalınınca evden önce az önceki kadın çıktı, korkuyla geri girdi. Ardından iki adam çıktı askerlerin yanına geldiler. Askerler sert sert bir şeyler söyledi. Adamlar daha sert bir şeyler söyledi. O sırada köpek bir askere doğru hamle yaptı. Asker silahını köpeğe doğrultunca evden çıkan ikinci adam askeri itti. İkinci asker bu hareket üzerine dipçiği adamın kafasına vurdu. Köpek bunun üzerine askerin üstüne atladı. Yere yuvarlanan asker doğrulup köpeğe müthiş bir tekme attı ki köpekten gelen sesi neredeyse bütün mahalle duydu. Ayağa kalktıktan sonra ayakta kalan adamın kaval kemiğine de bir tane vurarak onu yere yıktı. Sakin adımlarla bahçenin ortasına gidip köpeğin salyalarıyla iyice iğrenç bir görüntü alan topu benim olduğum tarafa doğru fırlattı. Bütün herkes camlara çıkmış amaçsızca bağırırken arkama bakmadan top sahasına doğru koştum.
    O anda nasıl bir görüntüm vardı bilmiyorum. Ama bana bakan herkes sessizce oradan ayrıldı. Zenginlerin evinin oradan gelen bağrışlar azalırken ben de eve gitmeye karar verdim.
    Annem kapıda karşıladı beni ve sert bir ifadeyle “git elini yüzünü yıka leş gibisin” dedi. Gerçekten de elimin içindeki sabun ve lavabonun içi simsiyah olmuştu kerden. Gözlerimdeki kızarıklık gidene kadar yıkadım yüzümü. Banyodan çıktığımda “hadi sofraya” dedi babam. “Bir daha da eve o pis topları getirme attım onu çöpe” dedi. Yine ağlayacaktım, vazgeçtim. Babam televizyonda bağıran asker elbiseli adamı duyabilmek için televizyonun sesini biraz daha açtı.
    Topu da askerleri de zenginleri de unutmuştum.
    Köfte çok güzeldi.
  • Pamuklu aşklar

    Pamuklu aşklar

    Cüceler sinirli ve şaşkın bir biçimde baktılar Pamuk Prenses’e… “Ne demek eğer buradan bir pres geçerse sizi bırakıp giderim” diye sordu sinirli cüce ismini aldığı sinirini gizlemekten kaçınmadan. “Canım bunda ne var işte… Sizinle gül gibi geçinip gidiyoruz. Ama eğer bir prens gelirse buraya… Atına atlar giderim” dedi Pamuk Prenses. Cüceler yıkılmış bir vaziyette önlerine baktılar.

    Neşeli cüce her zamanki güleç tavrıyla gülerek sordu: “Ama biz çok mutluyduk seninle. Kötü kraliçelerden kötü avcılardan ve birçok kötü şeyden kurtardık seni. Bizimle çok mutlu olduğunu söylüyordun. Ne oldu birden bire? Şaka yapıyorsun değil mi?”

    Pamuk Prenses şaka yapmıyordu. Birden bire de çıkmamıştı bu. Penseslerin hayatlarının sonuna kadar cücelerle yaşaması doğu değildi zaten. Hem kim aynını yapmazdı ki? Cüceler mesela… Pamuk Prenses yerine daha güzelini görseler, Pamuk Prenses’i bırakıp gitmezler miydi sanki? Ama yok bu şimdi doğru olmadı. Bir prensesi bırakmak için ne bulacaktınız iki prenses mi? Besin zincirinin en tepesindeki hayvan altında kimin ölüp kimin ölmeyeceğine karar veren muktedir bir yaratıktı ve güzellik zincirinin en üstündeki yaratığın da kimin kimi nasıl ve ne kadar seveceğini belirleme hakkı vardı.

    “Gerçekten bana çok yardım ettiniz ama olay tam olarak öyle olmuyor işte. Sonuçta siz cücesiniz, ben bir prensesim. Hem bakın sizi sıradan biri için bırakmak istemiyorum ki. Eğer bir prens gelirse sizin yerinize onu tercih edeceğim…” Pamuk Prenses bu kadar basit bir şeyin neden hala anlaşılamadığını anlamakta güçlük çekiyordu.

    Bilge cüce o ana kadar kimsenin aklına gelmeyen soruyu sordu: “Peki bir prens gelecek mi? Birisi var mı?”

    Hayır belli bir prens yoktu. Gelip gelmeyeceği de belli değildi zaten. Ormanın karanlık bir köşesinde mutlu bir biçimde yaşadıkları mağaranın önünden beyaz atına atlamış yakışıklı prensin geçmesi ihtimali… Ormanın karanlık bir köşesindeki bir mağaraya Pamuk Prenses gelme ihtimalinden dahi daha düşüktü. Ama prenses bunu şimdiden herkesin bilmesini istiyordu. Bunu da cücelere iyilik olması için söylüyordu kendince. Bunu söyledikten sonra o kadar rahatlamıştı ki içi…

    Sinirli cüce “o zaman şimdi git” dedi ona sert bir sesle. Uff hala anlamıyorlardı. Şimdi gitmenin vakti değildi ki. Eğer bir prens gelirse gidecekti. Şu anda durup dururken neden gitsin böyle mutlu ve güzel bir yuvayı bıraksın? Onu kimsenin sevemeyeceği kadar seven yedi farklı cüceyi bırakmak da neyin nesi şimdi? Biri eğlendirir, biri güldürür, biri yemek yapar biri konuşur… Onlarla bir arada olmaktan daha güzel ne olabilirdi ki? Beki bir prens. İşte o prens gelirse gidecekti o da.

    “Ben böyle söylediğim için ne kadar mutlusunuz her şey yolunda değil mi” diye sordu prenses cücelere olanca mutlu sesi ve gülerken çizgiye dönüşen gözlerle. Evet cüceler çok mutlulardı. Mutluluktan birkaç gün önce çirkin yaşlı kadının getirdiği elmadan yaptıkları tatlıyı yiyorlardı.

    “Hepsini bitirmeyin bana da bırakın” dedi sinirli cüce.

  • Kedi

    Kedi

    kedi

    Bir bilgisayara bir de bana baktı. İnceden iç geçirdi ve yeter artık dercesine patilerini ellerime koydu. Konuşabilseydi aman sanki yazıyorsun da ne oluyor derdi. Konuşabilseydi gücüm bir ona yettiği için onu sustururdum belki.

    Ters ters baktı bana düşündüklerimi anlamışçasına.

    “Yemeğin mi bitti” dedim konuyu değiştirmek için. Hayır kabının içi ağzına kadar doluydu. Bunu o da biliyordu ben de… Klavyeye uzanan elimin üstüne patisini koydu. Ne yapmaya çalıştığımı biliyordu.

    Göbeğinden kavrayarak sağ elimle koltuğun sağ tarafından yere bıraktım onu. Koltuğun sol tarafına geçerek tekrar kucağıma çıktı. O kadar hızlı olmuştu ki bu olay sanki hala sağ elimdeydi. Tekrar aşağı indirmek için uzanırken sol patisiyle sağ elimi çizdi. Çiziği görmesem de verdiği acıdan hep orada olduğunu bileceğim bir çizik.

    Elimi çektim, hem de hızla çektim. Vuracağım mı sandı yoksa kendimi suçlu hissetmem için bilerek mi yaptı bilinmez, irkildi. Koltuğun sol tarafından aşağı indi.

    Arkasına bakmadan kalorifere doğru yürüdü. Kediler asla arkalarına bakmazdı. orada olan biteni bildikleri için mi, kendilerine güvenleri tam olduğu için mi yoksa umursamadıkları için mi… Bilmiyorum. Ama kediler asla arkalarına bakmazdı bir yere doğru yürürken.

    Kalorifere doğru gitti, sanki onu yapmak için doğmuş kadar becerikli bir hareketle bir hamlede altına girdi.

    Kalorifer insanlar daha çok çalışıp yorulmasın diye belli bir saatte söndürülürdü. Herkesin karar birliğiyle alınmış doğru bir tercihti bu. Artık soğumaya yüz tutmuştu.

    Ama sanırım yine de ve hala benden sıcaktı.

    Kedi gözlerini kapattı.

    Arkama bakmadığım için göremedim. Ama bir şekilde biliyordum gözlerini kapattığını.

  • Sahilde iki çocuk

    Sahilde iki çocuk

    sahilAdam asabi adımlarla alışveriş merkezinden içeri girdi. Artık orta yaşta olmadığını bilen adımlar, eskisi kadar hızlı götürmüyordu giderek irileşen gövdesini. Alışveriş merkezi kapısından içeri girdikten sonra bir an için yapacaklarını düşündü. Burada restoranda önemli biriyle bir buluşması vardı. Ama adını hatırlamıyordu. Aman canım adını hatırlasa ne olacak hatırlamasa ne olacak, sonuçta gideceği yeri hatırlıyordu, gelecek adam onu tanıyordu, gelir masasına otururdu, konuşurken adını da hatırlardı, konu kendi kendini götürürdü zaten.
    Adımları onu otomatik olarak alışveriş merkezinin orta yerindeki restorana götürdü. Şöyle bir kolaçan etti dükkanı ve dışarıda oturmaya karar verdi. Hava güzeldi ve cebinde yarısı dolu bir paket ve epeydir keyifle içmek için sakladığı purosu duruyordu.
    Küçüklüğünden beri sevdiği bir şeydi kendini göstermek. Yine o çocukken yaptığı şeyi yaparak restoranın önünde bir tam tur atarak sandalyelerin bulunduğu alana girdi, orada da yine bir tam tur atarak en arkaya doğru yönlendi. İnsanları kendine baktıracak kadar yakışıklı olmamıştı hiç, ama insanların bakma ihtimali çok hoşuna gitmişti oldu olası.
    Tam istediği masa, en dipteki çevreyi gözetleme masası, boştu. Oraya o ismi vermişti çünkü çevreye çok hakimdi ve insanlar garsona bakmak için kafayı kaldırdıklarında mutlaka onu göreceklerdi.
    Ancak o anda kafasında bir elektriklenme oldu. Gördüğü şeyin anlamsız gelmişti ona. Gözlerini kıstı ve oturmayı planladığı masanın hemen arkasındaki alana tekrar baktı. Kaçamak ifadeli, sarışın ve mavi gözlü bir kız ona doğru bakıyordu. Tanıyordu bu kızı, hem de çok iyi tanıyordu. Küçükken, daha okul zamanlarında aşık olduğu kızdı o. O zamanlar daha bir dik dik bakardı insanın suratına. Umarsızdı. Ama şimdi utangaç duruyordu. Bel çevresine kilo almıştı biraz. Göğüsleri de büyümüştü sanki. Aman öyle ya aradan kaç yıl geçmişti ki? 25? 30? Hatırlamak zordu hesap yapmak için de zaman yoktu.
    Gözleri ortada bir yerde karşılaştı. O anda kafayı çevirse görmemiş gibi yapsa… Arkasını dönse giderdi. İsterse o kız da kızsın ona… Öküz desin. Ne olacak aradan o kadar zaman geçmiş hatırlamak zorunda mı? De ki hatırladı, o kızla konuşmama hakkı yok mu? Elbette var.
    Hem o kız neler yaptı ona? Zamanında, lise zamanlarında az koşmadı o kızın peşinden. Hayatını teklif etti, kendini teklif etti. Geceler boyu uykusuz kaldı, günler boyu onu düşündü. Ama kız bir gün olsun onun tekliflerini dikkate almadı. Şimdi ne demeye uysal uysal bakıyor acaba ona?
    Kız ona kaçamak bir tavırla el salladı. Artık kaçış yoktu. Zaten kızla olan geçmişini düşünürken öyle kaçamak makamak değil, öküz gibi gözlerinin içine bakmıştı. Şimdi tanımamış tribi yapmak terbiyesizliğe girerdi.
    O da ürkek biçimde el sallayarak karşılık verdi kıza. Gülümseyerek yanına gitti. Ne var ne yok nasılsın görüşmeyeli faslını biraz uzattılar. Çok olmuştu görüşmeyeli ama ne olacaktı işte. Adam kendini yakın hissetti kadına. Kadının da tuhaf bir biçimde ona yakın olduğunu düşündü. Küçükken olmadığı kadar yakın.
    Konuşmalarının beşinci dakikasında adam hiçbir şey konuşmadıklarının farkına vardı. O kadar uçucu, o kadar yalan dolan şeyleri birbirine soruyor ve cevap alıyorlardı ki söylediklerinin hiçbiri akılda kalmıyordu. O anda onları dinleyen biri olsa kesinlikle masadaki şişeyi alıp ikisinden birinin, hatta ikisinin de kafasına vurabilirdi. En azından adam bunu kendine yapmayı çok istedi. Kadının yanına gittiği için şimdiden pişman olmuştu.
    Kadın hala güler yüzlüydü. Parmağında irice bir altın yüzük vardı. Belli ki evliydi. Göğüs ve kalçaları bir, hatta iki çocuk sinyali veriyordu. Adam konuşurken “iyi ki bu kızla değilim” dedirtecek bir şey aradı, tam olarak aradığı şeyi bulamadı. Belki gevezeliği. Evet evet kesinlikle hayat bu kadını daha geveze yapmıştı. Ama bu bile onun yanından ayrılma isteği vermiyordu ona. Bir şekilde geçmişinden kalan bir açığı kapatıyordu sanki.
    Genellikle kendini zeki hissettiren kadınlardan biri değildi. Öyle kadınlar o kadar çoktu ki: Konuşurken öyle aptalca bir şey söyler ki kadın işte deyip geçersiniz. Veya sevinirsiniz oh ne güzel bu kadar aptal kızı kesin kandırır kötü emellerime alet edinirim diye. Ama bu kadın öyle değildi. İyi kitap okumuş, iyi müzik dinlemişti. Neredeyse adamın bildiği her şeyi biliyordu. Hatta ilginçtir adamın bildiği yanlış şeyleri o da yanlış biliyordu.
    Adam içinden yükselen asabiyete engel olamadı: Zamanında, o arkadaşlık tekliflerinin birisini kabul etse veya etmiş gibi yapsaydı… Ne kadar farklı bir hayatı olurdu her ikisinin de. Belki sarışın bir kızı olurdu. Belki daha mutlu ya da daha az mutlu olurdu. Şimdiki hayatını düşünür gibi oldu… Gözlerinin önünden bir takım görüntüler geçti ve kayboldu. Küçüklüğünde de böyle yapardı. İstemediği görüntüleri gözlerinin önünden silince kafasından da silmiş olurdu.
    Bir anda aklına yapacağı toplantı geldi. Saatine baktı. Karşısındaki kız ona çekingen bir biçimde bir yere gidip gitmeyeceğini sorunca “yok buluşacağım kişi buraya gelecek” dedi kendinden emin bir biçimde. İyi mi yapmıştı bunu söyleyerek? Şimdi kalkıp gitme özgürlüğünü kaybetmişti işte. Ben bir gideyim deyince kız ona “hani buraya gelecekti bulaşacağın adam” demeyecek miydi? Muhtemelen diyecekti.
    En iyisi karşı atağa geçmekti: “Senin planın ne, birini mi bekliyorsun?” Bunu akıp giden bir muhabbetin içine sokarak sormak lazımdı, ama dana gibi sormuştu. Kadın güldü, kaçamak bir bakışla saatini inceledi: “Yok öylesine takılıyorum burada. Vaktim çok” dedi. “Benim toplantı yapacağım adam gelince masayı ayırırsam sana ters olmaz değil mi” diye sordu adam kaçamak bir tavırla. Yok canım ne ayıp olacak tavrında yine gülümser bir şekilde kafayı aşağı yukarı salladı kadın.
    Adam mutluydu. Bu güleç gözleri, gülerken dudaklarının kenarında çizgiler oluşturan ağzı özlemişti. Özlemenin ötesinde sanki aradan o kadar zaman geçmemiş, yakından tanıyor gibi hissediyordu konuşurken. Bazı cümlelerinin sonunu getirebiliyordu. Ah o kızla birlikte olabilseydi zamanında… Çocukluk hayallerini kaybetmeseydi.
    O kadar çok zaman geçmişti ki aradan, konuştukça gözünün önüne geliyordu eski zamanlar. Bir okul partisinde tanışmışlardı. Adam ilk görüşte aşık olmuştu ama bunu söyleyecek kadar yürekli değildi. Hiçbir zaman da o kadar yürekli olmamıştı zaten. Sonra içinde bulunduğu yaşın da getirdiği hormonal dengesizlikler yüzünden o kadar yakınında durmuş o kadar saçma sapan konuşmuştu ki gün gibi ortaya çıkmıştı o kıza olan yangını. Bu da olayı daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmişti.
    Bir arkadaş topluluğu düşünün… Erkekler ve kızlar bu ortamda bir hayatı paylaşıyor, birbirlerine hava atıyor, birbirleriyle arkadaşlık ediyor ve hatta yatıp kalkıyorlar. Bu toplulukta en istenmeyen şey adamla kadının durumuydu. Adam kızı sever, kız adamı sevmez, aralarındaki şey gizli kalmanın ötesine geçmiş hatta toplulukta espri konusu olmuştur. Bu durumda ne sevip sevilmenin kutsallığı kalır ne de aralarında bir şey olma ihtimali…
    İşte bu yüzden adam o arkadaşlık grubunu sessiz sedasız terk etti. Bu terk ediş ona zaman kazandırdı. O da kazandığı bu zamanı kendini ifade etmek için kullanmaya başladı. Önce anlamlı anlamsız aklına ne gelirse yazdı, sonra anlamsız yazdığı şeyleri arka arkaya daha anlamlı cümlelere dönüştürdü. Sonra günler geceler boyu yazmaktan sıkıldı ve bir anda farkına vardı ki bu sayfalarca yazıyı birkaç kelimelik şiirler içine sıkıştırmak mümkün.
    Şiirler yazdı. Önce yazdıklarını çok beğendi, ardından kendini komik duruma düşürdüğünü hissederek hepsini sildi ve defterlerini yaktı. Sonra tekrar yazdı ve ilk yazdıklarının aslında ne kadar değerli olduğunu hissetti.
    Hayatı boyunca cesaretsiz kalmasının en önemli sebeplerinden biri olan şeyi yaptı günlerden bir gün… Topladı şiirlerini ve bu kadına sundu. Bunu niçin yaptığını bilmiyordu. Akıl almayacak kadar aptalca bir hareket olduğunu düşündü bunu yaptıktan yaklaşık 14 dakika sonra. Hatta eve dönerken yumrukladı kendini. Ne bekliyordu acaba? Kızın şiirlerini çok beğenip kendini onun kucağına atmasını mı…
    Kızla sonraki buluşmasında içinde şiirlerinin bulunduğu defterini aldı. Kız hiçbir şey söylemedi, o da sormadı. Çok güzelmiş şiirlerin dedi kız, o da teşekkür etti. Konu kapandı, kızla da muhtemelen bir daha hiç buluşmadılar.
    Şimdi bir alışveriş merkezinin kenar restoranlarından birinin sote bir masasında hayatta olmayacak şeylerden bahsediyorlardı. Hayat adeta bir bilim kurgu romandı.
    Bir yıllık cesaretini bir araya getirerek kadına “şiirlerim” dedi… Kadının gözleri fal taşı gibi açıldı… “Şiirlerimi beğenmiş miydin?” Adam bunu söyledikten sonra kadının gözlerine bakmak ve bakmamak arasında gözlerini bir noktaya odaklayamaz bir halde kaldı.
    Kadın umarsız bir biçimde dik dik onun gözlerine bakmaya başladı. Gözleri dolu dolu olmuştu. “Dokunsalar ağlayacaktı” kavramı onun için icat edilmişti sanki.
    Gözlerinin bu kadar göz yaşını bir arada tutabilmesi fizik kurallarına aykırıydı. Neredeyse göz bebeğinin en ortasındaki yuvarlağa kadar göz yaşıyla dolmuştu. Adam o anda masadan kalkıp gitse muhtemelen kadın peşinden gelemez, zira önünü göremezdi. Şu anda herhangi bir şey görebilmesi zaten söz konusu değildi.
    “Şiirler… Şiirleri hatırlıyorsun!” Kadın bunu söylerken artık fizik kuralları göz yaşlarına galip geldi. Göz yaşlarının her biri diğerini geçmeye çalışarak yanaklarından süzülüyordu. Gözle çene arasındaki mesafenin ne kadar kısaymış meğer. Adam bunun farkına vardı.
    Adam da epeydir hissetmediği duygulara kapıldı, bacaklarının vücuduyla birleştiği yerlerin karıncalandığını, çenesinin titrediğini hissetti. O kadın, gençliğinin o kızı… Onun şiirlerini hatırlıyordu. Onlarca yıl öncesinde yapılamamış bir sohbeti yapmaya başlamışlardı ve bu her ikisinin de gözlerinin dolmasına neden olmuştu.
    “Şiirlerimi hatırlıyor musun?” diye sordu kadına. Kadın bu sefer hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu, hatırlıyorum anlamına geliyordu herhalde. “Senin şiirlerini hiçbir zaman unutmadım, hep sevdim” dedi kadın. Adamın buna çok sevinmesi gerekiyordu belki, ama bu onu sinirlendirdi. Madem sevmişti, onca seneden bu zamana aklında tutmuştu, neden o zaman sevdiğini ima eden tek bir kelime bile etmemişti… Neden zamanında ona bir umut ışığı yakmamıştı… Bir anda kafasında yirmiden fazla neden kelimesiyle başlayan soru uyandı. Bunların her birinin verilemeyen cevabı sinir katsayısının artmasına neden oluyordu.
    Kadın artık kırmızı renge bürünen mavi gözlerinin ardından sus işareti yaptı adama. Bir süre konuşmasını istemiyordu belli ki. Adam şaşkınlık içinde kadına baktı. Ağzını her açışında kadın elini uzatıp adamın elini tam sevdiği gibi tutuyor ve hafifçe sıkarak susmasını sağlıyordu.
    Ağlama ve hıçkırıklarla dolu birkaç dakikanın ardından kadının gözleri balon gibi şişmişti. Açıkçası yine de güzel görünüyordu.
    “Senin şiirlerin hep çok güzeldi” dedi kadın birkaç dakika nefes alamamış birinin yaşadığı zorlanmayla. Ben onları hep okudum. Sen bana şiirlerini verdiğinde çok gençtim. Ama onların bir kopyasını çıkarmayı akıl ettim o zamanın salaklığıyla…”
    Adam şaşkına dönmüştü. Hayatının bir bölümü yeniden anlam kazanıyordu şimdi bu kelimelerle…
    “Sonra seninle bir süre görüşmedik. Şiirlerini sana verdikten sonra hep senden haber bekledim ama sen haklı olarak kaçtın benden ve ben senin peşine düşemeyecek kadar salak ve gençtim. Şiirlerini beş sene sonra okuduğumda daha farklı şeyler düşünmeye başladım ve kaçırdığımın ne olduğunu anladım. Sonra bir gün o deniz kenarındaki üniversitede bir arkadaş toplantısında seni görünce artık benim adım atmamın gerektiğini anladım…”
    İşte bu inanılmazdı. Evet adam deniz kenarındaki bir üniversitede okumuştu. Ve o kadın kesinlikle onu görmüştü ama yanına gelmemişti işte: “Niye gelmedin yanıma? Neden sevmedin beni sever gibi olduysan neden bunu bana söylemedin? Kaç sene seni düşündüğümü biliyor musun?”
    “Biliyorum” dedi kadın, “beni en az 5 sene 9 ay ve 14 gün düşündün!..”
    İşte bu çok saçmaydı. Kadın bir de utanmadan onunla dalga geçmeye başlamıştı. “Sen var ya sen” diye bağıracak oldu, kadın tekrar uzanıp elini sıktı ve onu susturdu:
    “Seninle son görüşmemizin ardından, 5 sene 9 ay ve 14 gün sonra seninle üniversitende karşılaştık. Bu kadar zaman geçtiğini ben bilmiyordum, sen bana söyledin. Sonra kol kola deniz kenarında yürümeye başladık. Sonra ben sana senin şiirlerini okudum, sen az daha denize düşüyordun. Sonra hemen oracıkta bana evlenme teklif ettin ve 3 sene 3 ay ve 4 gün sonra seninle evlendik.”
    Adam şaşkınlıktan yere düşecekti. “Ne diyorsun sen” diyecek oldu. Kadın yine elini tutarak susturdu onu…
    “Seninle evlendik, iki çocuğumuz oldu. Senin şiirlerini kitap haline getirdik. Çok güzel ve mutlu bir hayat sürerken sende bir hafıza hastalığı başladı. Ve bir takım şeyleri unutmaya başladın ve ben seninle haftanın belli günleri burada buluşup sana eski yaşadıklarımızı yeniden hatırlatmaya başladım…”
    Adam şaşkındı. Hafızasını zorlayarak kadın hakkında bir şey hatırlamaya çalıştı… Kesinlikle bomboştu hafızası. Kadının yalan söylediğini kanıtlayan bir şey de yoktu aklında. Buluşacağı adam… Hala kim olduğunu bilmiyordu. Bir başkasıyla evlenmiş miydi? Bilmiyordu.
    Tek bildiği bir zamanlar çok sevmiş olduğu bir kadın ona çok sevecen gözlerle bakıyordu. Yemediklerinin hesabını masaya bırakıp kalktılar. Sersemlemiş adımlarla alışveriş merkezinin kapısına doğru yürümeye başladılar.
    “Sana kitabının kapağındaki resmi göstereyim mi” diye sordu kadın.
    Adam “Benim şiir kitabım mı” diye sordu.
    “Sahilde iki çocuk” diye düzeltti kadın. Son bir yıldır ilk kez şiirlerini ve kitabını hatırlamıştı adam. Keşke bu iyiye gidiş olsaydı. Gözyaşlarına mutluluk gözyaşları süsü verdi.

  • Pinokyo’nun az bilinen hikayesi

    Pinokyo’nun az bilinen hikayesi

    pinokyo-412x340Herkes yanlış biliyordu. Pinokyo babası Gepetto tarafından yalnızlığını gidermesi için yapılmamıştı. Gepetto neyin ne olduğunun bilinmemesi için aptal bir aracıydı. Zaten değil kukla yapmak burnunun ucunda olup biteni görecek becerisi yoktu.

    Pinokyo bir peri ürünüydü. Periler istediği her şeyi yapabilecek yetenekte büyücülerdi. Kendilerine büyücü denmesini istemezlerdi çünkü genelde o tip kadınlar yaşlı ve sivri burunlu olurlardı. Periler her daim gülerler, elma yanaklı olurlar, sarı saçlarıyla mutluluk dağıtırlardı.

    Pinokyo peri tarafından tasarlanmıştı. Özel olarak üstünde çalışılmış bir sanat eseriydi. Bir şeyi eksik mi fazla mı olmuştu, hafif bir defosu vardı. Ama peri, tüm her daim gülen elma yanaklı sarışın gibi kendini beğenmişti. Kendini beğendiği için de bir takım hataları görmezden gelmesi normaldi.

    Perinin Pinokyo’yu yapma sebebi çok basitti: Tüm güzeller gibi biraz kelimesinin kaldırabileceğinden daha çok yalnızdı. Yalnız olmasa ne olacaktı ki kimseyi yanına almıyordu ki. Bir çocuk ondan hoşlanmıştı da nasıl da elma yanaklarıyla güle güle, şirin davrana davrana onu yanından uzaklaştırmıştı. Çocuk güler yşüzlü bir kadın görünce ona bir perilik yapacak zannetmişti de nasıl elma yanaklı tekmesi yemişti kıçına.

    Ama ne oldu? Her etrafından erkek iten güzel kadın gibi yalnız kaldı. Ama ne oldu? Her yalnız kalan güzel kadın gibi ballının teki olduğu için kendine, kendini oyalayacak bir kukla yaptı işte.

    Kimse Pinokyo’ya bir şey sormamıştı. Kocaman bir meşe ağacıydı o. Ne yapması gerektiğini düşünmeyen, sadece dik duran, uzaklara bakan, yapraklarının arasından geçen rüzgara şaşıran, köklerinden gelen suya şaşıran, insanların birbirlerini nasıl ve neden sevdiğine şaşıran bir ağaçtı o. Sonra bir peri geldi ve ona sormadan onu bir kukla haline getirdi.

    Peri Pinokyo’nun kendine gelince gördüğü ilk şeydi. Doğar doğmaz perinin kocaman kocaman gözleri, kocaman kocaman gülüşü, lüle lüle sarı sarı saçları… Elma elma yanakları… Tekrar tekrar… İkişer ikişer…

    Pinokyo muhtemelen aşık oldu. Eğer aşık olmanın ne olduğunu bilseydi “vay be aşık oldum” der ve gün batımlı restoranlara gidip kendin içkiye vururdu. Ama onun için aşık olmak bir tahta kurusunu vücudunun muhtelif yerlerinde barındırmak, zaman zaman için için kaşınmak, sert rüzgarlarda eğilememek gibi. Tarif edilebilecek bir şey değildi.

    Pinokyo’nun hayatı boyunca yapacağı yaşayacaı çok hatalar olacaktı ama en büyük ve birinci hatası perinin ona gülerek bakmasından anlam çıkarması oldu. O sandı ki peri ona gülerek bakarken hisli duygular besliyor tahta vücuduna karşı. Eh be Pinokyo kadın iyilik perisi. İşi iyilik yapmak. İşi sana ve senin gibilere güzel güzel bakıp gülmek.

    Pinokyo dünyanın en akıllı tahta parçası değildi ama kendi içinde tutarlı bir mantığı vardı. Pinokyo kendi kendine diyordu ki eğer bana gülüyorsa, eğer bana iyilik yapıyorsa beni seviyordu. Peri kenri ruhsal boşluklarını doldurabilmek için erkek yaratmıştı Pinokyo’yu ve doğal olarak da kukla da böyle düşünüyordu işte. Erkekler böyle düz mantıklı ve basit yaratıklardı işte.

    Ama dedik ya olay özünde böyle değildi. Bir süre Pinokyo’yu iyi biri yapmak için uğraş veren peri bundan sıkıldı. Çünkü o bir kadındı. Periler kadın olurdu. Kadınlar kendi iyi ve kötülerine göre değerlendirirlerdi diğerlerini… İyi ol derken kafasından o sırada geçen bir şey oluyordu mesela… Ona göre iyi oldurtuyordu. Sonra başka bir yere uçuyordu aklı. Vay sen niye öyle oluyorsun da böyle olmuyorsun deyip ilke söylediğinin tersini buyuruyordu. Kafa göz giriyordu Pinokyo’ya. Bir de orasını burasını uzatıyordu ceza olarak… Erkeklerin en büyük cezasıydı orasının burasının yaptığı yanlışların ardından uzaması… Yalan söylediği için mi uzar uzadığı için mi yalan söyler polemiği…

    En sonunda peri kararını verdi: “Seni insan yapacağım”. Pinokyo insan olmak nasıl bir şey pek anlayamadı. Aşık olmayanın aşık olmanın ne demek olduğunu bilemediği gibi. Peri yine kendi kafasına göre bir iş yapıyordu. Hemen gidip insan arkadaşlarına insan olmanın nasıl bir şey olduğunu sordu. Tahta bir kukla olmaktan çok farkı yoktu. Ama kalp ağrısı biraz daha fazlaydı. Pinokyo kalp ağrısının nasıl bir şey olduğunu sordu, aldığı cevap ilginçti:

    “Hani tahta kuruları yok mu içini kemiren… Hani öldüremezsin onları bir türlü.İlaç sıksan gözüne kaçar… Ezmeye çalışsan içindeler nasıl elin ulaşacak. Dışarıdan vurursun da vurursun sanki onları sarsabilecek gibi. Sonunda göğsün acır daha fazla. Gece yarıları çok düşünürsen çıtır çıtır seni yediğini duyarsın… İşte öyle bir şey.”

    Pinokyo bunları duyunca derin bir soluk aldı ve periyi çağırdı. Peri güzel gülüşü ve elma yanaklarıyla geldi. “Ben ne istersem yapacak mısın” diye sordu Pinokyo. Tabii ki yapacaktı peri. Bunu güzel mavi gözlerini bir iki kez şirin şirin kırpıştırarak onayladı. “O zaman” dedi Pinokyo ve aklından geçeni söyledi.

    Ertesi gün güneşin ilk ışıkları Pinokyo’nun odasını aydınlattı. Pinokyo artık yatağında değildi. Pinokyo artık bildiğimiz anlamda bu dünyada bile değildi. O perinin oyuncak adamı olmak yerine dört kapılı bir gardrob olmayı yeğlemişti. Gepetto baba Pinokyo’nun odasına geldiğinde “nereye kayboldu bu sıpa kesin bir kuklacının peşinden gidip balina tarafından yutulmuştur” gibi klişe bir şeyler söyledi. Odadaki yeni dört kapılı dolaba çok da dikkat etmedi.

    Dolabın kapağını açıp kaparken periye olan aşkından iç geçiren bir kukla sesi duyabilirdi dikkatli kulaklar.

  • Minyonun tuhaf hikayesi

    Minyonun tuhaf hikayesi

    blueGalaksinin sıradan takımyıldızlarından birindeki bir gezegende hayat her zamanki akışında sessizce ilerliyordu. Gezegende iki canlı türü vardı: Minyonlar ve makronlar. Kendi içlerine kapalı, birbirlerinden uzakta yaşayan türler ölümsüz olarak bilinirdi. Her iki türün arasında büyük ve kalın bir duvarla ayrılmış tarafsız bir bölge vardı. Bu bölgeye girmek yasak değildi ama hoş da karşılanmazdı. Kimse bu bölgenin neden kalın duvarlarla yapıldığını bilmezdi. Sonuçta istediğiniz gibi girip çıkabildiğiniz bir yerde bu duvarların işi ne.

    Her iki tür de köklerini bilmiyordu. Nereden geliyorlardı, nereye gidiyorlardı belli değildi. Makronlar göreli olarak düz varlıklardı. Hayatlarında hep bir eksiklik var gibi yaşarlardı. Çok üretir çok denerler çok fazla şeyin peşinden koşarlardı. Hiçbir zaman bir tam oluşturacak yapıları yoktu sanki. Kendi aralarında günün birinde aradıklarını bulacaklarını, hatta bazılarının bulduğunu ve buradan çok uzaklara gittiğini anlatıp dururlardı. Anlatıp dururlardı diyoruz ama çok da konuşkan varlıklar değillerdi.

    Minyonlar görünüşte daha sade ama özünde karmaşık yaratıklardı. Makronlarla aralarındaki tek bağ, içlerindeki “bir şey” beklentisiydi. Bu beklentiyi asla doyuramıyorlardı. Ama makronlara kıyasla bunu yapacak güzel bir yol bulmuşlardı: Minyonlar şaşırma güdüsünden besleniyorlardı. Birisi onları şaşırttığında tatmin duygusu yaşıyorlardı. Ne kadar çok şaşırırlarsa o kadar mutlu hissediyorlardı kendilerini. Çok şaşırdıklarında… Asla çok yoktu onlar için. Daima daha fazlasını arıyorlardı. Daha fazlasını bulamayan minyon ne oluyordu? Bunu kimse bilmiyordu. Bir şekilde ortadan kayboldukları bilinirdi kimse de bunu kurcalamazdı.

    Mavi minyon, türünün en cüretkar bireylerinden biriydi. Daha iyiydi. Daha iyi olası daha çok beslenmesi gerekliliğini ortaya çıkarıyordu. Daha çok şaşırmak istiyordu. Daha zor şaşırır olmuştu. Daha küçük çağlarında büyüklerinin bir ayda yediğine bir günde ihtiyaç duyar hale gelmişti. Hep daha ileri gidiyordu. Giderken artık buradan geri dönemem diyordu ama her seferinde de bir adım geri atacak yeri vardı.

    Siyah makron sessiz bir biçimde hayatı anlamaya çalışarak uzun uzadıya yürümeye başladı. Onun hayatındaki boşluk neydi onu bile bilmiyordu. Belki de hayatındaki boşluk, hayatında ne boşluk olmasını bilmemesiydi Onu doldurunca… Her şey yerli yerine oturmaya başlayacaktı.

    İki farklı türün arayışları, sınırdaki kalın duvarların arasında son buldu. Oraya nasıl gelmişlerdi bilmiyorlardı. Soru işareti ve arayış böyle bir şeydi işte. İnsan nereye varacağını bilemezdi soruların peşine takıldığında. Düşünceli bir biçimde yerdeki taşları sayarak yürürken birbirlerinin farkına varmadılar. Çok yakınlaştılar ve birbirlerinin farkına varmadılar. Birbirlerini görebilmeleri için büyük bir gürültüye kafa kafaya çarpışmaları gerekti. Ki bu çarpışma da kafalarında şimşeklerin çakmasına neden oldu. Veya onlar böyle olduğunu sandılar. Veya belki de şimşek çakmasının sebebi kafaları değil kalpleriydi.

    Kafaları birbirine çarpıncaya kadar birbirlerini fark etmemiş olsalar da hemen ve çok hızlı kaynaştılar. Minyon makronun merakını dindirirken makron da minyonu öğrendiği şeylere farklı ve şaşırtıcı kullanımlar yaratarak doyuruyordu. Sonsuza kadar mutlu ve mesut olabilirlerdi eğer her seferinde daha çok isteyip birbirlerini zorlamasalardı… Minyon ve makronların tarihi hep daha iyisini istemekle daha iyi bir hale gelmişti. Bu iş galaksinin birçok köşesinde böyle dönüyordu. Ama galaksinin her yerinde abartmanın sınırları vardı.

    Bir süre sonra minyonun eski tadı ve hevesi kalmadı. Şaşırmak kainatın en kıt kaynaklarından biriydi. Çünkü şaşırtmak kadar kolay tüketilebilen bir şey yoktu. Bir şey söyle, şaşırsın sonra bir daha söylediğinde şaşırırsa ya bir seferde anlamayacak kadar aptaldır ya bir şey söylediğinizde sizi dinlemeyecek kadar sizden nefret ediyordur veya tekrar şaşırmaya çalışacak kadar sizi çok seviyordur.

    Minyonlar akıllı ve karşılarındakinin söylediğine değer veren yaratıklardı. Ama bunun bir kötü sonucu olarak sıkılıyorlardı işte. Makron önce uzay konusunda sahip olduğu bilgi birikimini aktardı. Minyon şaşırdı. Sonra rüzgarı anlattı, minyon şaşırdı. Sonra gökyüzünü anlattı minyon oldukça şaşırdı. Sonra yeryüzünü anlattı. Minyon eh dedi. Sonra konular tükenir gibi oldu.

    Makron’un minyona anlatırken öğrendiği, daha doğrusu fark ettiği bir durum vardı. Ne olduğunu kendi kendine bile itiraf edemeyeceği bir şeydi öğrendiği. Öğrendiklerinden yola çıkarak minyonun giderek soğumakta olan şaşırma güdüsünü beslemeye başladı. Üstündeki mavinin uzaydan ve yakından nasıl göründüğünü anlattı. Sonra havadaki akımların, ki onlara rüzgar deniyor, onun mavisini nasıl gökyüzüne taşıdığını, oradan da aşağı ona getirdiğini anlattı. Rüzgarın onun mavisine yaptığı katkıları ve ondan aldıklarını anlattı. Sonra yeryüzünde böylesine güzel bir mavinin olup olamayacağını anlattı seçtiği en güzel kelimelerle.

    Minyon aldıklarından son derecede mutluydu. Evet bunların hepsi de onu şaşırtmıştı, içeriğini çok düşünmeden.

    Makron minyonlar hakkında bir şey daha öğrendi. Belki de bu onun öğrendiği son şeydi. Çok umursamazlardı. Karşılarındakinin ne demek istediğini çok da dikkate almıyorlardı.

    “Ben seni çok sevdim” dedi makron. Ardından adeta buharlaştı ve minyonun aldığı nefesle bir oldu.

    Hayatında bu kadar çok şaşırmamıştı minyon. Aldığı makron nefesle beraber iliklerine kadar titredi. O ana kadar olduğu her şeyden farklı bir minyon haline geldi. Aslında o ana kadar minyondu, o andan itibaren farklı biri, bir makron oldu.

    Makron vereceği her şeyi, sevgisini verdikten sonra sessizce kalın duvarların arasında havaya karıştı.

    Şimdi eski minyon, yeni makronun öğrenme zamanı başlıyordu. Ama o, içine birkaç nefeste aldığı siyah makronu hatırlamıyordu bile…