1980’lerde çocuk olmak

1980’in başlarında 10 yaşındaysanız hayatınızda değişen tek şey etrafta daha çok asker görmeniz olurdu. Akşam hava kararıp annemiz artık son tehditleriyle eve çağırana kadar maç yapardık. Mahallemiz eski tip bitişik nizam apartmanlardan kurulmuştu. Kimin evinde bir şey olsa ötekisi mutlaka duyardı. O yüzden de akşam saatlerinde üniformalı amca televizyonda konuşmaya başladığında herkes televizyonunun sesini sonuna kadar açar o abiyi dinlediğini herkesin bilmesini isterdi.
Bizim evlerden farklı tek bir tane ev vardı mahallemizde: Tam dört yolun ağzında, içine 4 apartmanın sığacağı genişlikte müstakil bir köşktü orası. Kocaman bir bahçesi ve bahçenin etrafında dikenli telleri vardı. Bahçesinde ise kocaman bir Mercedes ve o arabayla aynı milliyete mensup bir kurt köpeği. Adına Rozi diyordu herkes. Rozi’nin kız ismi olduğunu, o köpeğe boş yere “koş oğlum” dediğimizi çok sonra öğrendim.
Köşkün karşısında maç yaptığımız, mahallemizin gürültücü yağ fabrikasının metal atıklarının biriktirildiği bir top sahası vardı. Mahallenin en geniş alanı orasıydı ama çok önemli bir sorunu vardı: Plastik toplar için bir mayın tarlasıydı sahamız. Bir topun sivri metal yüzeylere gelerek patlaması birkaç dakika sürüyordu sadece. O yüzden de naylon değil plastik top alırdık. Naylon top patlayınca büyüklüğünü muhafaza eder, ancak naylon torba gibi her şutta içine gömülürdü. Oysa plastik toplar patlayınca küçülür ve sertleşirdi. Onlarla oynamak süper keyifliydi.
Biz küçük çocuklar çok zor oynardık orada. Genelde büyük abiler olurdu. Ama 1980’in sonlarına doğru büyük abiler çok fazla çıkmaz oldu ortalığa. Saha bizimdi, biz büyüktük ve tek derdimiz oynayacağımız futboldu.
Ben mahallenin en iyi futbolcusu değildim. En iyi onuncu futbolcusu da değildim. Ama evim sahanın hemen yanındaydı ve hiçbir maçı kaçırmadığım için; bir de babaannem aşağı sepetle yağlı ekmek sarkıttığı için oranın değişmez adamlarından biriydim. Kimse beni takımdan atmazdı ama maçtan sonra “ne oynadım be” diye anlatabileceğim sohbet konum olmazdı. Ta ki o güne kadar…
Herkesin hayatında bir şeyi daha iyi yaptığı, ama bunun sebebini bir türlü kendi kendine bile anlatamayacağı günler olur. Benim için o öğleden sonrası, o günlerden biriydi. Adım alıştıktan sonra altışar kişilik takımlardan birine beşinci sıradan girdim. Maç başladıktan sonra yine her çocuk gibi amaçsızca koşmaya ve kendimi helak etmeye başladım. Kendimce süper hızlı koşulardan birinin sonunda top önümde kaldı. Dizim çeneme vuracak kadar hızlı vurdum topa. Minik top, artık gol yiyip kaleden çıkmak isteyen çocuğun sağından içeri girdi. Hayatımın en güzel golüydü. Herkes birbirine ve tabii ki bana sarıldı. İddialı bir maçtı.
Sonra top tekrar önüme düştü, yine vurdum ve yine gol oldu. İki dakika sonra bir daha top önümde ve bir kez daha çok hızlı vurarak golü attım. Bu sefer insanlar birbirlerine değil bana koştular. Mutluluktan uçuyordum. O maç ve o gün hiç bitmesin istedim.
İki gol kalmıştı “6’da devre 12’de biter” maçının sonuna… Artık her top benim önüme yuvarlanıyordu işin kolayını bulmuş arkadaşlarım tarafından. Karşı takım bizim takımın çok kuvvetli olduğunu, adam değişmemiz gerektiğini söyleyerek gururumu okşuyordu. Şımarmış, her gelene vurmaya başlamıştım. Ve belki de maçta o ana kadarki en sert şutu çektim kaleye. Patlamış da küçülmüş minik top havalandı, kaleciyi aştı, arkadaki demir parmaklıkları aştı, aradaki yolu aştı ve son olarak içinde köpeğin olduğu büyük bahçenin içine düştü.
Genellikle bu sahne, maçın bittiğini, aramızda para toplayarak yeni top almamız gerektiğini gösteren bir hareketti. Maçtaki bütün övgüler bir anda tersine döndü. Artık kimse beni sevmiyordu ve daha önümüzde oynayacak o kadar vakit varken sünepe gibi gölgede oturup akşam olmasını bekleyecektik.
Hayır! O gün, öylesi bir gün olamazdı. Herkesin şaşkın bakışları arasında koşarak tellerin arasından geçtim, bahçeye doğru gittim. Herkesin köpeğin olduğu bahçeye atlayacağımı düşündüğü bir anda tabii ki sadece evin kapısını çaldım. Köpek koşarak kapıya geldi ve bana havlamaya başladı. Hayır! O maç böyle bitemezdi ve o topun alınması gerekiyordu. Evden biri çıkıncaya kadar tekrar tekrar bastım zile. Bir kadın dış kapıdan 30 metre kadar uzaktaki evin kapısına çıkıp “ne var be ne” diye bağırdı bana. “Teyze topum” diyecek oldum. Bunun için zili böylesine çaldığımı görünce Almanca sert bir şeyler söyleyip kapattı kapıyı.
İki kere daha çaldım kapıyı ama köpeğin bana daha sert havlamasından başka bir değişiklik olmadı evde. Yaşadığım hayal kırıklığının üstüne kırılan gururumu da ekleyin. Hayatımın en güzel günü, en kötü gününe dönüşmüştü. Ayaklarımı yere vurarak artık ağladığımı saklamadan amaçsızca yürümeye başladım. Önce sağdaki sokağa, sonra soldaki sokağa, sonra yeniden sağa saptım. Zaten önümü de göremiyordum gözyaşlarından.
“Çat” diye birilerine çarptım. “Napıyon la” dedi çarptığım adam… Yeşil kıyafetli iki askerdi bunlar. Tüfekleri vardı. “Topumu vermiyorlar ya” diyerek iyice makaraları saldım. Asker yüzümü sildi. Karmakarışık olmuş saçlarımı düzeltti elinden geldiğince. “Büyükler mi aldı topunu” dedi gülerek. “Hayır zenginler” dedim hıçkıra hıçkıra ağlayarak… Yanındaki askere baktı, “yürü la” dedi ve benimle beraber bahçeli eve doğru yöneldik. Evin önüne gelince “sen git şu kenarda otur” dedi bana ve evin kapısını çalmaya başladı.
Sonrası bir aksiyon filmi gibiydi benim için… Kapı çalınınca evden önce az önceki kadın çıktı, korkuyla geri girdi. Ardından iki adam çıktı askerlerin yanına geldiler. Askerler sert sert bir şeyler söyledi. Adamlar daha sert bir şeyler söyledi. O sırada köpek bir askere doğru hamle yaptı. Asker silahını köpeğe doğrultunca evden çıkan ikinci adam askeri itti. İkinci asker bu hareket üzerine dipçiği adamın kafasına vurdu. Köpek bunun üzerine askerin üstüne atladı. Yere yuvarlanan asker doğrulup köpeğe müthiş bir tekme attı ki köpekten gelen sesi neredeyse bütün mahalle duydu. Ayağa kalktıktan sonra ayakta kalan adamın kaval kemiğine de bir tane vurarak onu yere yıktı. Sakin adımlarla bahçenin ortasına gidip köpeğin salyalarıyla iyice iğrenç bir görüntü alan topu benim olduğum tarafa doğru fırlattı. Bütün herkes camlara çıkmış amaçsızca bağırırken arkama bakmadan top sahasına doğru koştum.
O anda nasıl bir görüntüm vardı bilmiyorum. Ama bana bakan herkes sessizce oradan ayrıldı. Zenginlerin evinin oradan gelen bağrışlar azalırken ben de eve gitmeye karar verdim.
Annem kapıda karşıladı beni ve sert bir ifadeyle “git elini yüzünü yıka leş gibisin” dedi. Gerçekten de elimin içindeki sabun ve lavabonun içi simsiyah olmuştu kerden. Gözlerimdeki kızarıklık gidene kadar yıkadım yüzümü. Banyodan çıktığımda “hadi sofraya” dedi babam. “Bir daha da eve o pis topları getirme attım onu çöpe” dedi. Yine ağlayacaktım, vazgeçtim. Babam televizyonda bağıran asker elbiseli adamı duyabilmek için televizyonun sesini biraz daha açtı.
Topu da askerleri de zenginleri de unutmuştum.
Köfte çok güzeldi.