La vie en rose

rose-307x340“Kendini iyi hisset dedim sana” dedi adam. Kadının elleri kolları bağlıydı. Bu adam tarafından kaçırılmıştı. Adamın kim olduğunu bilmediği gibi üç gün öncesine kadar (ki o üç gün geçtiğini sanıyordu, aslında daha çok olmuştu) neye benzediğini dahi bilmiyordu.

Kadın 30′lu yaşlarını sürüyordu. Dünyanın en güzel kadını değildi. Bakıyordu kendine elinden geldiği kadar, işte o kadar. Bir gün takside giderken anayolda yüzüne sprey gibi bir şey sıkmıştı taksici ve gerisini hatırlamıyordu. Havaalanına gidiyordu ve yaklaşık bir hafta ülkeden ayrı kalacaktı. Bunu da taksiciye söylemişti. Neden söylemişti ki sanki? Adamın muhabbeti iyiydi.

Genelde bindiğiniz taksilerin nalet şoförlerinden değildi kısacası. Yüzünü bile görmemişti taksicinin. im bindiği taksicinin suratına bakar ki? şöyle bir taksinin halini geçirdi aklından, plakayı hatırlamaya çalıştı… Yok hatırlayamıyordu.

“İç hatlar mı” diye genel geyik muhabbeti açmıştı taksici. “Hayır Singapur” demişti taksiciye. Nedense bir anlık hava atma isteği cepreşmişti işte. Arkadaşları Paris, Londra gibi yerlere gidiyordu ama o değişiklik yapacaktı, kendini Singapur’’a atacaktı. Orada görecek doğru dürüst bir yer olmadığını da söylemişlerdi ya… Yine de değişik olmanın tadını yaşayacaktı işte. Havasını da basmıştı gerçi… Ne kadar ucuza bulduğunu kimseye söylememekle beraber iş yerindeki herkesin haberi olmuştu, oldurtulmuştu gideceğinden bir şekilde. O herkese söyleme isteği taksiciye de yansıyınca, hele ki yalnız başına bir yerlere gideceği, macera aradığı (taksiciye söylenecek bir laf mıydı bu canım) söylenince basıvermişti taksici yüzüne bayıltıcı spreyi. Kendine haksızlık yaptığını düşündü bir an. Koca şehirde her macera arayan kadın suratına sprey mi yiyor ki? Yok canım neden öyle olsun, gözünün üstünde kaşı olduğunu da söylese mutlaka yapacaktı taksici yapacağını. Ama bir hafta boyunca kimseye haber verememe durumu olan bir kadını kaçırmak için “daha çok” bahanesi olurdu bir sapığın.

İyi de taksici onun yüzünü üç gün boyunca bağlı tuttuktan sonra, yemek yerine garip, tatlı bir ekmek verdikten sonra neden “Kendini iyi hisset dedim sana” demişti sanki? insanın bu durumda kendini iyi hissetmesi olası mıydı? Bir yerde böyle düşünmek de salaklıktı. Eğer karşında bir sapık varsa, sana kendini iyi hissetmen “ricasında” bulunuyorsa kendini iyi hissedeceksin başka yolu yok.Bu arada sapık olup olmadığı konusunda en ufak bir ipucu vermedi adam. Sapık ne ki? Mutlaka tecavüz etmesi mi gerekiyor sapık olduğunu kanıtlaması için? Tecavüz kelimesinin çağrıştırdıklarını şöyle bir düşününce tüyleri diken diken oldu. Orada kaldığı zamandan beri böyle bir şeye yeltenmemişti adam ama bir insanı kaçırıp gözü bağlı bir yerlerde tutan birinden de sadece muhabbet beklemezsin herhalde. Kaldı ki adamın onu fidye istemek için kaçırmadığı gün gibi aşikardı. Zaten kimi kimsesi yoktu. Bir başka şehirdi doğup büyüdüğü yer. İyice bir iş bulup kendi kendine yaşayıp gidiyordu işte. Maaşı ancak kendine yetiyordu. Babasından annesine kalan maaşa mı göz dikecekti? Yok artık.

“Ne daldın gittin öyle derinlere” dedi adam. Ne diyor bu adam böyle arka arkaya?.. Her lafı ayrı bir polemiğe sürüklüyor insanı. Hayır bir şey değil, o kadar zaman tek bir kelime etmeyen birinden böyle şeyler beklemiyorsunuz. “Neden kaçırdın beni?” kelimeleri döküldü dudaklarından. Niye öyle söylemişti ki? Sinir oldu kendine… Şimdi ya “sana tecavüz etmek için” derse? Böyle bir cevabı kaldırabilecek miydi? Hayatı boyunca çok plansız programsız olmuştu zaten. Durup dururken kızdı kendine.

“Sana kendini daha iyi hissettireceğim” dedi adam. Buyurun bakalım. Nereye çekerseniz çekin. Büyük bir ihtimalle tecavüzden bahsediyor bu adam. Hayatında içinde tecavüz sahneleri geçen film bile seyredememişti. Böylesi sahnelerde çoğunlukla ya gözlerini kapardı, ya arkasını dönerdi. Allah kahretsin insanın başına hep en çok korktuğu şey gelirmiş ya… “Ne demek istiyorsun” diye sordu ya yine az önceki sebepten dolayı kızdı kendine. İlla adamın ağzından “sana tecavüz etmek için” kelimelerini alacak. Aman ne olursa olsun. Böyle beklemek insanı çıldırtıyor. Zaten kaç gündür elleri arkasından bağlı. omuzlarını hissetmiyor artık. Ellerine kan oturmuş olmalı. Parmaklarının uçları donuyor. Dudaklarında çatlaklar oluştuğunu hissediyor. Olsun ve bitsin mi? Tecavüzü kabullenmek mi oluyor bu? Tecavüz olursa bitecek mi? Hayat her geçen saniye daha da zorlaşıyor. Bu adam onu hayatta bırakmaz gibi geliyor ona. “şimdi neler olacağını göreceksin” zaten dedi adam. Ona doğru yaklaşmaya başladı. Bir an içinden bir şeylerin çekildiğini hisseder gibi oldu kadın.

Adam onu bir çuval kaldırır gibi sağ omzunun üstüne koyarak dışarıdan ışık gelmeyen, daha karanlık bir odaya götürdü. öteki oda aydınlıktı. Camdan ışık geliyordu. Neden bağırmamıştı sanki kadın? Bir an için kendine çok kızdı. Ama bir kez daha düşününce… Bu adam onun bağırmasına izin verir miydi bakalım? Ya boğazını kesiverirse? Daha mı iyi olurdu? Bu arada bütün bunları adamın omzunda bir aşağı bir yukarı sallana sallana giderken düşünüyordu ki bir an, içinde bulunduğu durum ona çok komik geldi. Adam onu yaklaşık bir metre genişliğinde aralığı olan iki duvarın arasına dikkatlice bıraktı. Kadının kafası az daha arkasındaki duvara çarpıyordu. Bir an kendini küçük bir kutuya girmiş gibi hissetti. Altında metal bir plaka vardı. Plaka bel seviyesinden itibaren bitiyordu. Tecavüz için hiç de uygun bir ortam değildi bu iki duvarın arası. Bunun içine su serpmesi mi gerekiyordu onu hiç mi hiç düşünmedi. Yine de elleri arkasından bağlı olduğu için kalkması veya hareket etmesi mümkün olamıyordu. Kaderine razı bir biçimde bekleyecekti.

Zaten beklemesi de çok sürmedi. “Beni gerçekten seveceksin” dedi adam. “Hayatı toz pembe gördüğünü söyleyeceksin” dedi yarı muzip bir sesle. Kadın için her şey bir bilmeceye dönüşüyordu. Adam yanından bir kutu çıkardı. Karşı duvardaki kırmızı ışığın aydınlattığı odada bu küçük kutunun varlığını hissetmemesi garip gelmedi kadına. Adam kutunun üstündeki düğmelerin biriyle oynamaya başladı. önce küçük bir vınlama hissetti kadın. Sonra gözünün önünde şimşekler çaktı. Müthiş bir acıyla gerildi vücudu. Ayakları kendi isteğinin dışında sağa sola oynamaya altındaki metal plakaya değen yerleri yanmaya başladı. Elektrik! Adam ona elektrik veriyordu. Bunu anlaması epey sürmüştü. Adamın elindeki kutuyla tekrar oynamasıyla acısı dindi.

Kendini bir garip hissetti. Vücudu az önce içinden geçen acının etkilerini azaltmaya çalışıyordu. Altındaki metal plakadan geçen elektrik beyninin bir bölümünü de alıp götürmüştü sanki. Adet dönemlerinde yaşadığı sancıyı hatırladı. çok sancılı geçerdi bu dönemler ve genellikle asabi olurdu bu yüzden. Sonra küçüklüğünde omzunun çıktığı zamanı ve acısını hatırladı. Elektrik bunların hiçbiriyle kıyaslanamazdı. çığlık atmış mıydı? Hayır. Beklemediği bu şok onun dilinin tutulmasına neden olmuştu. “Ne yapıyorsun sen manyak” diyecek oldu. Ancak hem yaşadığı şok, hem de küçüklükten beri o kurtulmak istediği peltek konuşması yüzünden “y”leri “l” gibi söyledi. Adam buna güldü elinde olmadan. Hayır bu bir sapığın canice gülüşü değil, basbayağı küçükken arkadaşlarının onunla dalga geçerken taşıdıkları yüz ifadesiydi. Buna daha çok sinirlendi. Bir an “ölümden öte köy yok” diye düşündü ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı: “Manyak… Eşşoğlueşşek!.. Ne yapmaya çalışıyorsun bana!” Artık adamın ona kızacağını, öldüreceğini ve tecavüzü düşünmüyordu. Büyük bir dehşet dalgası beyninin ilkel kısımlarını etkisi altına almıştı. Vücudu öyle bir adrenalin salgılamıştı ki o an elleri bağlı olmasa karşısındaki adamla başa çıkıp onu yenebileceğini, elini kolunu sallaya sallaya oradan çıkabileceğini düşünüyordu. Ellerindeki bağları bir kez daha sıktı. Ancak parmaklarına daha fazla kan oturmasından, bileklerinin biraz daha çizilmesinden başka bir işe yaramadı bu.

“Benim tek istediğim beni sevmen, bana güvenmen” dedi adam. “Sen ne diyorsun be aptal” diye bağıracak oldu ya kadın, yeni bir elektrik dalgası vücudunun derinliklerine yayıldı tekrar. Gözünün önünde şimşekler çaktı bu sefer. Geçen sefer şok yüzünden fark etmediği acılarla tanıştı. şimdi daha bilinçliydi ve acının yeni yeni farkına varıyordu. Ateşin verdiği acı değildi bu, ya da herhangi bir şeyin ele batın derinin içine girmesinden çok farklıydı. Vücudu onun emirlerini dinlemeden bir sağa bir sola çarpıyor, bu bilinçsizlik de onun daha çok paniğe kapılmasına neden oluyordu. Bunun adı her ne olursa olsun çok, ama çok zordu.

Vücudundaki acının azalmaya başlamasıyla bir anda kendini gevşemiş hissetti. Bu sefer adamın elinin o küçük kutuyla oynadığını görememişti. Adam onu elindeki deri eldivenlerle belinden kavrayarak, hiç de kolay olmayan bir biçimde yerinden kaldırdı. Aslında adam o küçük kutuyla oynamamıştı. O an arkada kalan metal plaka hala küçük vınıltılar çıkarıyordu. Evet vınıltı… üstünde yatarken kafasından geçtiğini sanıyordu o sesin, gerçek olmadığını sanıyordu. Ama o ses plakadan, daha doğrusu üstünde dolaşan elektrikten geliyordu. Adam ona sarıldı. Yine de bir sapığın sarılması değildi bu. Hiç hatırlamadığı babasının sarılması gibiydi sanki. Veya lisedeyken o kendini umutsuzca seven çocuğa verdiği tek izindeki sarılması gibi… Acaba bu çocuk o çocuk muydu? Hayır o sarışındı, oldukça kiloluydu. Zaten sonradan onun bir hastalık geçirip yatalak olduğunu duymuştu ve için için üzülmüştü. Bir yandan da bir kez olsun onun sarılmasına izin verdiği için kendini kutlamıştı. Bu adam o olamazdı.

Adamın kolları gevşedi yeniden ve elleri arkadan bağlı olduğu için sepet gibi arkaya doğru yuvarlandı ve düştü kadın. Bu sefer elektrik şokundan önce yere sertçe vurduğu başının ağrısını hissetti. Hemen ardından yine titremeler sardı beynini. Acı her seferinde giderek artıyor muydu, bu adam ellindeki aletin kuvvetini her seferinde artırıyor muydu bu bilinmez. Bu sancı ve ağrılar içinde bir an adamla göz göze geldi. Adam üzülüyor gibiydi, sanki ona şefkat duyuyordu. Böyle bir şefkatin allah belasını verirken… Adam onu kaldırdı yerinden.

“Eğer acıyı hissetmek istemiyorsan bana sarılmalısın. Beni sevmeyi öğrenmelisin” dedi adam ona. Demek baştan beri bunu kastediyordu adam. Tam adamın kolları gevşerken “dur” dedi kadın ona. Durdu adam. Adamın durduğunu hissetmediği acıdan anladı. Kollarını ister istemez doladı adamın boynuna. “Neden benimle biraz konuşmuyorsun” dedi. Bunu söylerken işveli bir eda takınmaya çalışmıştı ya… Pek de beceremezdi bunu yapmayı. Zaten üstü başı baştan çıkarmaya elverişli bir kadın gibi değildi. Zaten elektrik şokunun etkisiyle paytak paytak konuşuyordu. Zaten canı değil baştan çıkarmak, nefes alıp vermek bile istemiyordu. Ama gelin görün ki can derdi her şeyden önemliydi. “Ne konuşmamı istersin ki” dedi adam. Kadın da bir an düşüncelere daldı. Hakikaten sizi kaçırıp elektrik şokunun üstüne atan bir adamla ne konuşabilirdiniz ki? Ama o an fark ettiği gibi konu uzadıkça elektrikten kurtulma, en azından metal plakanın üstüne yatma ihtimali azalıyordu. Ne konuşacaktı, ne konuşabilirdi… Çalış aptal kafa çalış! Tam adam kollarını gevşetip kadını metalin üstüne atıyordu ki tekrar sarıldı kadın ona. “Hangi” dedi ve durup düşündü bir süre… “Hangi şarkıları seversin?” Kadının yapmak istediği şey o kadar belli olmuştu ki değil onu kaçıracak zekaya sahip bir adam, karşısındaki ufak bir bebek olsa bile kandıramazdı onu. Adam güldü yine o şefkatli bakışlarıyla. Gerçekten de içten güldü. Belki değişik şartlarda olsalar kadın da gülecekti buna. “Beni lafa tutmaya çalışıyorsun” dedi adam. “Ama yine de sana kendimden ve bir sürü şeyden bahsedeceğim” dedi içtenlikle. “Ama şimdi elektrik vakti…”

Elektriğin yine tüm kılcal damarlara nüfuz edip kanını derinlemesine ısıttığını söylemeye gerek yok. Sancı, ağrı, acı… Ne derseniz artık. Tüm bunların hepsi birbirine girip sonu sarılmalarla bitmeye başladı. Sarılmalar başta öylesine, baştan savma şeklinde, sonra daha ihtiraslı, sanki bilmem kaç yıldır göremediği bir aile dostuna sarılır gibi… Sonra belki bir sevgiliye sarılır gibi… Ufak ufak fısıldamaya başladı adam bu arada kulaklarına. Ne söylediğini anlamak imkansızdı. Kulaklarında heavy metal tarzı bir müzik çalınıyordu sanki bangır bangır. Elektriğin getirdiği uğuldama hiçbir şeye benzemiyordu.

Bir ara nasıl olduysa oldu metal plakadan elektrik gelmemeye başladı. Bir oh çekti. Ancak Pavlov’un köpekleri gibi elektrik kesilince otomatik olarak elleri havada adamı aradı. İlginç bir şartlı refleksti bu. Ama adamı bulamadı. Kısır döngünün böylesine ani bir şekilde kesilmesi önce şaşırttı. Belki önce sevinmesi gerekiyordu ama o şaşırmayı seçti. Biraz sonra inceden bir müzik başladı arka planda. Fransızca bir şarkıydı bu. O anlamıyordu sözlerini, küçükken çat pat İngilizce öğrenmişti ya, kim nereden alacaktı fransızca derslerini de şimdi anlayacaktı şarkıyı.

Onun bilmediği şarkıda onun durumunu anlatan sözler vardı. Beni kollarına aldığında kulağıma küçük kelimeler fısıldar ve ben dünyayı pespembe görürüm diyordu şarkıcı. “Bana aşk kelimeleri fısıldar, günlük sıradan kelimeler ve bu bana bir şeyler yapar” diye devam ediyordu. Kadın eğer bilseydi şarkının durumunu anlattığını… Daha mutlu olur muydu acaba? Acaba bu kadar romantik bir parçayı böylesine garip bir ruh haliyle dinlemiş miydi kimse? Bu şarkıyı yazan, bu durumu görse ne düşünürdü acaba?

Adamın gözlerinde sevecen, daha çok sevinmiş bir ifade vardı. Kollarında bir kadın, arka planda tekrar edip duran sevdiği müzik. Kadın onu hiç bırakmayacak, şarkı onu hiç bırakmayacak. Üstelik her seferinde daha da severmiş gibi sarılan kadın… Acıkma, tuvalete gitme gibi zorunlu ihtiyaçların dışında her şey çok güzeldi ve kucak kucağaydılar.

Des yeux qui font baiser les miens
Un rire qui se perd sur sa bouche
Voila le portrait sans retouche
De lhomme auquel jappartiens

Quand il me prend dans ses bras
Il me parle tout bas je vois la vie en rose
Il me dit des mots damour
Des mots de tous les jours et ca me fait quelque chose

Il est entre dans mon coeur
Une part de bonheur dont je connais la cause
Cest lui pour moi, moi pour lui dans la vie
Il me la dit, la jure pour la vie

Et des que je lapercois
Alors je sens en moi mon coeur qui bat

Des nuits damour a ne plus en finir
Un grand bonheur qui prend sa place
Des enuis des chagrins, des phases
Heureux, heureux a en mourir