Kategori: Manşet

  • Bir Yapay Zeka – İnsan Ortak Çalışması: Artificial Inspirations

    Bir Yapay Zeka – İnsan Ortak Çalışması: Artificial Inspirations

    Hayatımıza yepyeni pencereler açan yapay zekanın müzikal yetenekleri bir albüme sığdı. 33 yıldır teknoloji alanında gazetecilik yapan Serhat Ayan, yapay zekayla yürüttüğü bir yılı aşkın çalışmasının sonuçlarını “Artificial Inspirations” adlı albümde topladı.

    Albümdeki şarkılara Youtube ve Spotify ortamından bu linklerden ulaşabilirsiniz…

    İşte albümdeki şarkılar:

    Don’t Go

    My Window

    Everyone Else

    All at Once

    The Stairs

    Would You Hear My Voice

    Third Person

    What Love Has Done to Me

    Half Way

    I Can’t Explain

    Yapay zeka, 1900’lü yılların ortalarından bu yana sürekli gelişiyor. Özellikle son 5 yılda yapay zeka için üretilen araçların popülerleşmesi ve hayatın her alanında kullanılmaya başlanmasıyla yepyeni bir ivme kazandı. Bugün sağlıktan hukuka, eğitimden finansa, hatta sanata kadar birçok alanda etkisini yoğun bir biçimde hissettiriyor ve yepyeni ufuklar açıyor.

    Yapay zekanın işini insanın birçok işini insan yeteneklerinin ötesinde yapıp yapamayacağı araştırılırken en önemli tartışma konularının başında sanat geliyor. Teknik olarak göze ve kulağa hoş gelen yaratımlar hayata geçirebilen yapay zekanın “henüz” özgün bir sanatçı ruhu olmadığı sanat dünyasında genel kabul gören bir kavram.

    Yapay zeka beste yapabilir mi?

    30 yılı aşkın süredir TV, radyo, gazete ve internet sitelerinde teknoloji haberciliği yapan, Serhat Ayan, son yıllarda ana araştırma konularından biri haline getirdiği yapay zeka araştırmalarını deneysel bir müzik çalışması üstüne yoğunlaştırdı. Birçok müzik üretim uygulamasından faydalanan Ayan, yapay zekanın neler üretebileceğini göstermek adına bir albüm hazırladı:

    “Yapay zeka müzik yapabilir mi sorusunu uzun süre araştırdım. Şurası bir gerçek ki nitelikli araçlarıyla her gün daha iyiye gidiyor. Ama ‘bana bir senfoni yaz’ komutuyla bir anda Mozart’a dönüşmeyecek. Bir insandan çok daha hacimli hızlı bir şekilde öğreniyor, ama ne olursa olsun insan dokunuşuna muhtaç.”

    Yapay zekayla deneysel müzik mümkün

    Yapay zekayla beste yapmak için öncelikle ortalama bir müzik kültürüne sahip olmak gerekiyor. Yüzlerce farklı müzik türü arasından en doğrularını seçmek ve yazılan sözlere en uygun tempoyu seçmek zorlu bir süreç. Normal parçalarda sıkça rastlanmayan tarz eşleşmelerini yapabiliyor olmak, örneğin bir tango ve rock ya da blues ile birleştirmek çok yaratıcı sonuçlar çıkarabiliyor ortaya.

    Şarkının en önemli bileşenlerinden biri sözleri. Ayan bu konudaki tecrübelerini şöyle aktarıyor:

    “Sözlerin kafiye ve hece ölçüsü yapay zekanın beste kalitesine ciddi etki yapıyor. Şarkının tekrar ve geçiş bölümlerinin dağılımında yapay zeka son derece yardımcı oluyor. Sözlerin özellikle vurgu yapılacak bölümlerine yapay zeka üstünden komutlar eklenerek müziğin bütününün daha anlamlı hale gelmesi de mümkün.

    Her ne olursa olsun yapay zekanın ürettiği şarkı, tam anlamıyla aklınızdan geçeni karşılayamayabiliyor. Yapay zeka o kadar çok seçenek sunuyor ki hangisinin doğru olduğunu seçip ikna oluncaya kadar belki de onlarca kez yeniden başlamak ve tekrar tekrar besteler yapmak gerekebiliyor. Aslında sanıldığı kadar kolay ve hızlı sonuç veren bir süreç değil. Ama yine de ortaya çıkan müzik, gerçekten de verilen uğraşa değiyor.”

    “Yapay Esinlenmeler” albümü hazır

    Artificial Inspirations, yapay esinlenmeler albümü bugünden itibaren birçok büyük müzik marketlerde yerini aldı. Türk şairlerin en önemli şiirlerinin ana fikirlerinden esinlenerek yapay zeka tarafından İngilizce yazılan sözlerle albüme derinlik katıyor:

    “Şiir çevirmek gerçekten çok zor bir iş. Hiçbir yapay zeka, Orhan Veli Kanık ya da Cahit Sıtkı Tarancı’nın duygusal dehasını bir diğer dile aktaracak kadar gelişmedi. Çok özel insanlar dışında da bu çevirilerin yapılabileceğini de düşünmüyorum. Ama en azından bu şiirlerin içinden bir cümleyi bile İngilizce olarak doğru bir melodiyle o şairleri tanımayan yabancı birilerinin aklına sokabilsek bu beni çok mutlu eder…”

    Türkiye’de basının son 30 yılındaki hemen tüm teknolojik dönüşümlerin içinde olan Serhat Ayan, Türkiye’nin ilk düzenli internet sitesi, web üzerinden ilk TV yayını satışı, ilk mobil internet sitesi ve portallar gibi gelişmeleri yakından takip ettiği gibi bunların popülerleşmesinde katkı verdi. Ayan yapay zekayla hayata geçirdiği bu albümün ardından Türkiye’nin 80’li yıllarındaki kadın erkek ilişkilerini anlatan, konu bütünlüğü olan bir albüm üstünde çalışıyor…

  • Bir kalp, baypas ve iyileşme hikayesi

    Bir kalp, baypas ve iyileşme hikayesi

    Çocukluktan beri “günün birinde kalp sorunu olabilir” stresiyle yaşamayanlar bilmezler bu durumu. Herkes normal normal yaşarken benim niye kalp krizi riskim olsun ki? Çünkü göbeğim var, çünkü orantısal olmayan bir vücut formasyonum var (büyük göbek kısa boy gibi) boy kilo dengesi diye bir şey yok, aile geçmişinde 60 yaşını gören erkek yok, kadınlı erkekli kalp sorunu olmayan yok…

    Bütün bunlar bana her zaman ve daima günün birinde kalple ilgili sorun olabileceğini söyleyip durdu. İnsan psikolojisi o kadar enteresan ki bir noktada bu fikre alışıp benimsiyorsunuz. Hani biri size gelip öleceksin dese “ha öyle mi ya tüh… neyse ne yapalım” der misiniz? İnsan diyor. Madem kimse 55’in üstünü göremiyor, o zaman o zamana kadar iyi yaşayalım. Gerisini salla gitsin.

    Mantıklı ve doğru bir insanın bu noktada şunu demesi lazım: “Ya bu kadar insan niye ölüp gidiyor? Bunun bir kurtuluş yolu yok mu?” Ben bunu demedim. Hatta her nasılsa sürekli geçerliliğini bildiğim tıp kurallarıyla kavga haline girdim. Kolesterol yüksek ama bilmem ne… Göbek çevresi geniş ama bilmem ne… Kalp ritminde sorun var ama bilmem ne… Sigara içiyorum ama bilmem ne…

    Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bir noktaya kadar cidden sorunlardan kaçılabileceğini umdum. Ama bir nokta vardı ki artık kaçmak imkansız oldu. O nokta en az 30 sene önce birlikte olmamız gereken ama olamadığımız, 50 sene daha beraber geçirmeniz gereken bir insanla tanıştım ve bu işi halletmek kaçınılmaz oldu.

    Doktor seçimi için atılması gereken adımları size “kendi tercihlerimden” yola çıkarak anlatmak istiyorum:

    • Öncelikle doktora daha çok inanmak için doktorun sizi ismen tanımayan biri olması bana çok mantıklı geldi. Sizi tanıyan insanlar yüzünüze “ölürsün vallahi” derse inandırıcı olmuyor.
    • Kalp için seçeceğiniz doktorun cerrah olmaması bana daha mantıklı geldi. Çünkü getireceği önerileri kendinin sizi ameliyat etmesi için getirmediğini bilmek insana daha iyi geliyor. Bunu söylerken sakın kimse diğer doktorlar böyle yapıyor dediğimi düşünmesin. Sadece bilen bilir çok paranoyak bir insanım ve bu yolu seçmek daha iyi geldi.
    • Doktor seçiminde beni en çok zorlayan şeylerden biri onun konumu oldu. Çok iyi doktorlar tanıdım, mükemmel insanlardan randevu alma şansına eriştim. Ama eğer doktor her zaman ve düzenli ulaşabileceğiniz bir yerde değilse o doktorla olmuyor. Ne kadar iyi olsa da ne kadar huylarınız uyuşsa da olmuyor. Çat kapı gidilebilecek bir doktor veya her hafta randevu alabileceğiniz bir doktor doğru doktor. Diğerleri çok zorlu süreçler getiriyor.
    • Doktor dediğimiz kişinin en önemli özelliği, sizi para makinesi ya da bir süreliğine başını ağrıtacak biri gibi görmemesi olmalı. Bunu hissettirmesi bile yeter.

    Şimdi gelelim işin tahliller tarafına… Bu sizin için “gittik kan verdik bitti” kadar basit bir şey olabilir ama gerçekten de öyle değil…

    • Kalbinize neler olup bittiğini anlamanız için yapmanız gereken birçok tahlil var. Bunların başında elbette kan tahlilleri silsilesi geliyor. Kan tahlillerinin en önemli tarafı anlaşılmaz sayı ve isimlerden oluşuyor olması. Buradaki rakamların alt ve üst limitleri var. O limitlerin ortalarındaysanız hayat size güzel. Limitlerin dışında yaşıyorsanız işte orada panik değil akıllı olmak gerekiyor. Çünkü bu rakamların yüksek ya da düşük olmasının sizin aklınızın tahayyül edemeyeceği binlerce sebebi olabilir. O rakamlardan birinin yüksek çıkmasının sebebi kanser de olabilir o hafta geçirmekte olduğunuz nezle de… Yorumlamaya kalkmayın. O rakamlara bakmayın. Hele internete hiç girmeyin elinizde o rakamlarla. Orada sizi manyak yapmak isteyen insanlar var çünkü. O rakamları göstermeniz gereken tek kişi doktordur. Bu tartışmaya açık değildir.
    • Genellikle kalp tanısına giden yolda testler çok basit ve yapması kolay. Ben sizin yerinizde olsam bu testlerin neler olabileceğini bilen aile hekimime gider, ondan testleri yazmasını ister, bunları bir devlet kurumunda yaptırarak neredeyse bir aylık asgari ücret kadar kara geçerdim. Über özel hastaneyle mahalle dispanseri arasında sonuç değişikliğini doğrulayabilecek bir teknoloji farkı yok.
    • Bir üst seviye tahlillere geldiğimizde artık özel hastane seçeneğini daha çok değerlendirmeniz lazım. Mesela benim en çok beğendiğim testlerden biri sanal anjiyo adını verdikleri bir sistemdi: Aslında BT Scan de denen bilgisayarlı tomografi bu. Damarları ve kalbi üç boyutlu olarak modelliyor. Anjiyodan çok daha kolay ve sıfır ağrılı bir sistem bu. Bazı doktor arkadaşlarım ne gerek var bundan geçip ekstra radyasyon almaya da dediler. Ama en azından bir şüphe varsa onun ilk kanıtları için çok ağrısız bir sistem.
    • Sanal anjiyo için şunu söyleyeyim: Benim vakamda net bir şekilde bir damarımın kapalı olduğunu söyledi bana. Ama bu kalp ameliyatına girmek için değil, gerçek anjiyoya girmek için motivasyon sağladı ki o da beni baypasa götürdü. Detayları anlatacağım.
    • Ve gelelim anjiyoya. Bu çok acayip bir şey. Ameliyat desek değil, tahlil desek değil, hepsinin arasında bir şey. Sonuçta vücudunuza giren kıl büyüklüğünde bir boru, doğru yerlere geldiğinde oraya boyalı su bırakıyor. Boyalı su kanın nasıl gittiğini röntgen makinesi benzeri bir cihazla kaydediyor. Böyle olunca ne oluyor? Damarlar tıkalı mı, ne kadar tıkalı, neresinden itibaren tıkalı gibi sorulara net cevaplar veriliyor.
    • Nasıl bakıldığını da öğrendim: Mesela bir damarım üstü koyu renkli görünüyor altı açık renkliyse alt tarafa olması gerektiği kadar kan gitmiyor anlamına geliyor bu. Çok gereksiz bir bilgi verdim size ama bana enteresan geldi bunu bilmek. Böylece daha anjiyo sürerken ameliyat olmam gerektiğini anlamış vaziyetteydim.
    • Anjiyoya hazırlanmak birkaç dakika sürüyor. İki tip anjiyo var: Damarların içinde boru dolaşacağı için (boru dediğime bakmayın kılcal borulardan bahsediyoruz) büyük damarlardan içeri girmek durumundalar. Bu da ya kasıktan ya bilekten yapılması anlamına geliyor. Kasık doktor için kolay bilek hasta için.
    • Operasyon birkaç dakika sürüyor. Yani borunun içinizde saatlerce dolaşacağını düşünmediniz değil mi? Bir nokta var anjiyo sırasında. Bunu iki kere net hissettim: İçerde bir şey varmış gibi hissettiğiniz, kalbinizin fıt fıt yaptığı bir an o. İnsan ne kadar soğukkanlı, ne kadar bilgili olursa olsun orada bir minik panik yaşıyor. Ama saniyeler sürüyor korkacak bir şey yok.
    • Çıktıktan sonra büyük damarlardan giriş yapıldığı için onun pıhtılaşmasını beklemek durumundasınız. Ortalama iki saat sürüyor. Bazı hastaneler büyük paranoya yapıp anjiyo sonrasında sabahlamanız gerekir hastanemizde gibi acayip şeyler söyleyebilir. Bana hiç denk gelmedi, denk gelen arkadaşlarım var.
    • Anjiyo, kesine çok yakın sonuçlar veriyor. Anjiyo sonrasında her şey doktor yorumuna kalıyor. Anjiyonuzun DVD’sini (evet sene 2022 hala DVD veriyorlar bir buluta koymuyorlar lanet filmleri) mutlaka alın ve hatta çoklayın. Çünkü artık kalbinizi değil anjiyonuzu göstermeye başlayacaksınız. Ben ameliyata girerken doktorlar DVD üstünde çalışıyordu öyle söyleyeyim.

    Şimdi gelelim karar anına… Bu an gerçekten de çok önemli. Anjiyoyu olup ikiden fazla damarın tıkalı olduğunu size söyledikleri andayız. Ondan sonra müthiş bir pazarlama dünyası taktikler bütünü yaşanıyor çünkü.

    Benim vakamda şöyle oldu: Anjiyodan çıktım, doktor yanıma gelip baypas ile hallolabilir ancak dedi. Tamam dedim. Sonra bir anda ortamda elinde kağıt kalem ve dosyamla birlikte bir kadın belirdi. Benimle ilgili her şeyi biliyordu ve bu hastanede hangi hocayla ameliyat olmam gerektiği konusunda beni ikna turlarına girdi.

    Çok sinirlendim. Çünkü anjiyodan çıkmış, küçükken “baypasa giriyor gider bu” lafını duyduğum yaylı amcalardan biri olmuştum. Ve bir kadın karşıma geçmiş benim iki dakika kendi kendime düşünmeme izin vermeden bir an önce onların hastanesinden paket almamı sağlamaya çalışıyordu. Her şeyin ötesinde anjiyo sonrasında nekahet odasındaydık ve etrafta benim gelir düzeyim ve kapalı damarlarımın son halini dinleyen 10 kişi vardı. Ablayı çok da kibarca olmayan bir şekilde odadan kovdum. O hastanenin hemşireleri bana bu hareketim için teşekkürlerini gönderdi.

    Tekrar ilk gerçekle yüzleşme anına dönelim bu detayı geçip…

    Doktorun anjiyo ekipmanını apar topar toplaması ve benim gözlerimin içine bakmaması, bir de ekrandaki tıkanıklık belirtileri beni işlerin iyi gitmediği konusunda ikna etti. Doktor hastayı getirin içeri filan deyip olayı boğuntuya getirecekken konuyu ben açtım: “Sanırım stent ile hallolacak bir mevzu değil…” Yüzüme baktı, şaşırdı biraz ve evet baypas olmanız daha mantıklı duruyor dedi.

    Dönelim bu işin mantığına:

    Stentlerin belli negatif kullanım sebepleri var: Her damar için ayrı ayrı yapılması gerekiyor. Bazılarını eş zamanlı olarak yapamıyormuşsunuz ve araya zaman girmesi lazımmış. Mesela Stent dediğimiz şey damarın normal tıkanma hızından daha hızlı tıkanabiliyormuş. Mesela birçok vakada 4-5 yıl idare eden stentlere “oo çok iyi dayandı” diyorlar. Bu bana çok acayip gelmişti.

    Gelelim baypasa… Baypas ile vücudun farklı kesimlerinden (çoğunlukla bacak, az olarak kol vs…) damar alınıyor. Kalbin ilgili tıkalı damarlarına gidiliyor ve onlar oradan kesilirken yerine vücudun diğer taraflarından alınan damarlar takılıyor. Bu da anladığım kadarıyla 10-25 sene gibi, muadili teknolojilere kıyasla çok uzun konforlu bir zaman dilimi veriyor.

    O yüzden doktor bana gelip sana baypas yapalım dediğinde kendimi yerden yere atıp ağlamaya başlamadım. Doktor da benim ne düşündüğümü bilmiş gibi bana beni sonsuza dek mükemmel ikna edecek bir açıklama geçti: “Ben bu tıkanıklığı araya birer ay koyduğumuz 4-5 operasyonla düzeltebiliriz. 3-5 sene gayet de iyi tutar. Ama tekrar temizlemek gerektiğinde ki gerekecek, o zaman tekrar şimdiki gibi 50 yaşında ve hızlı iyileşen bir yapıya sahip olmayacaksın. Ne gerek var yap bitsin…”

    Çok ikna edici sözlerdi bunlar. O yüzden “ne baypas mı olacağım lanet olsun çok bahtsızım” gibi bir ağlaşma içine hiç girmedim. Eskiden, 80’lerde baypas yapmış hocalarla konuştuğumuzda baypas yapılan hastaların kurtulma yüzdesinin neredeyse yarı yarıya olduğunu dile getirirlerdi. O zamanlarda korkardık. Ama şimdi öyle değil. Tıpta yaşanan her 10 gelişmenin 6’sının kalp teknolojilerinde olduğunu gördü bu gözler ve haberini yaptı bol bol. O yüzden şu anda bildiğimiz baypas, geçmiştekiyle uzaktan yakından bağıntılı değil.

    Bugün en çok yapılan ve en yüksek başarı oranına sahip operasyonlardan biri baypas. Eskiyle kıyasladığımızda bademcik ameliyatından farkı yok. Sadece dikkat edilmesi gereken birkaç şey var: Açık mı kapalı mı?

    Evet doktorumuzu bulduğumuzda ve seçtiğimizde masanın üstüne otomatik olarak “baypasınız açık mı kapalı mı olsun” sorusu geliyor. Aradaki fark çok önemli: Zira açık olanda göğüs kafesiniz yarılıyor baştan sonra ve vücudunuzda kocaman bir kesik izi oluyor. Kapalı olursa çenenizin birkaç parmak altından birkaç santimlik bir kesiyle işiniz hallolabiliyor. İkisi arasında 2022 şartlarıyla 40-75 bin liralık bir maliyet farkı var. Ama paradan mühim şeyler de var.

    Elbette göğüs kafesinin kırılmaması, vücudun ön yüzünün boydan boya delinmemesi, diren üstüne direnler açılmaması, hızlı iyileşme kapalı ameliyat için mükemmel sebepler. Açık ameliyat tüm kötülükleri bünyesinde barındırıyor olsa da mükemmel bir iyi tarafa sahip: Yıllardır yapılıyor, başarıyla uygulanıyor. Doktorlar bu operasyonu ezbere biliyor artık: Hem öncesini hem sonrasını…

    Ortalamanın üstü gelişmişlikte bir beden, açık ameliyatın ardından 15-30 gün içinde iyileşiyor. Kapalı ameliyatla bu süreyi yarıya indirdiğimizi varsayalım.

    Gelelim baypas tarafına… Ameliyattan iki gün önce hastaneye girdim. Hastaneye gelirken tüm stresimi de yanımda götürmüştüm.

    • Özel hastaneyle devlet hastanesi arasındaki en önemli fark kaldığınız odada tek başınıza olup olmayacağınız ve hastaneye girdikten sonra insanların size nasıl baktıkları.
    • Ameliyattan önce defalarca sizi bol bol tahlillere götürüyorlar. Öncesinde vücudunuzu neredeyse santim santim ezberleyecek kadar tahlil yapıyorlar.
    • Herkeste öyle olur mu bilmiyorum. Ben durumun vahametini göğsümdeki tüm tüylerin alınması için traş makinesiyle içeri giren hasta bakıcıyı görünce anladım. Sorun bu ameliyatı geçirenlere. Herkes size buna yakın bir şey söyleyecektir
    • Ameliyata girmeden önce ameliyatınızı yapan doktorla ne kadar çok konuşsanız o kadar iyi. Ne kadar çok şey bilirseniz (iyi ya da kötü) o kadar daha az stresli oluyorsunuz.
    • Telefonunuzu ameliyata gireceğiniz günden eser bir süre önce yanınızda bulunan kişiye, refakatçinize verin. Arayan herkesle o konuşsun. Çünkü siz bir süre sonra ameliyat konusunda çok fazla konuşup sadece sizin bilmeniz gereken anlamsız detaylar vermeye başlıyorsunuz karşınızdakine.

    Ameliyathane kapısına giderken, dünyanın en soğukkanlı insanı da olsanız, size vücudunuzun alabileceği kadar sakinleştirici de verseler, tüm risklerin ortadan kaldırıldığını biliyor da olsanız… Stresten geberiyorsunuz. Bunu yeryüzündeki hiçbir şey değiştiremez…

    • Ameliyathane kapısında sert bir yatakta çıplak bir şekilde yatarken hayatın ne kadar anlamsız ve o ana kadar yaptığınız her şeyin ne kadar gereksiz olduğunun farkına varıyorsunuz. İnanılmaz bir bilinç geliştire anı yaşanıyor orada…
    • Oradaki doktorların, ameliyathane görevlilerinin, hemşirelerin umursamazlığı size güven veriyor aslında: Siz kendinizi çok önemli ve yaşadığınızı müthiş bir şey olarak konumlandırırken onların bunu günlük sıradan işlerinden biri gibi görmesi ve rahatlıkları şahane bir şey.
    • Ameliyathanede size ekstra işlemler yapılıyor ve bu bayağı vakit alıyor. Benim orada en çok ürktüğüm şey ellerimi kollarımı bağlayıp sabitlemeleri oldu. “Bir anda vazgeçip kalkıp kaçacağımdan mı korkuyorsunuz” diye sordum, hemşire espriyi anlamadı gülüyormuş gibi bile yapmadı.
    • Sizi uyutma anına geldiklerinde gerçekten çok büyük bir panik yaşıyorsunuz. Yani ben o uyuşturucunun kolumdan girip omuriliğimden geçip beynime gelme aşamalarının hepsini hissettim. Nefes alamama konusunda da bir panik yaşadım. Sonrasını hatırlamıyorum. Muhtemelen o panik 3 salise filan sürdü.

    Gözünüzü kapatmanız ile açmanız arasında bir saniye var. O bir saniye normal dünyada yaşayan insanlar için birkaç saat sürüyor. Siz bunun ayırdına varamıyorsunuz… Gözünüzü kapatıp açmanız gibi.

    • Eğer bir özel hastanedeyseniz güzel sesli bir hemşire size kibarca seslenerek artık uyanma vaktinizin geldiğini söylüyor. Uyandığınızda vücudunuz alabildiği kadar uyuşturucu ve ağrı kesiciyle dolu oluyor. Ve beyniniz sürekli sizi tekrar tekrar uyumaya motive ediyor.
    • Ben uyanırken ilk hissettiğim konuşamadığım oldu. Çünkü ağzımda boğazımdan içeri girmiş ve konuşmamı imkansız hale getiren bir boru vardı. Boğazınızın içinde orada olmaması gereken bir cihaz çok rahatsız edici. Ama vücudunuzu ilk hareket ettirdiğinizde bunun olmaması gereken yerlerdeki tek cihaz olmadığının farkına varıyorsunuz.
    • Diren denen bir alet var. Vücudunuzda durmaması gereken kanı ve yan unsurları vücut dışına çıkarmak için vücudunuza sokulmuş bir boru. Bende iki tane vardı ve biri iki kaburga kemiğinin arasında diğeri ciğerimdeydi.
    • Diren hayatınızı kurtarmak için en önemli cihazlardan biri. Ama hayatınızda varlığından haberdar olmadığınız ağrıları veriyor size. Kıpırdamadan yatarken sorun yok ama ilk minimum kas hareketinde biri sizi ciğerlerinizden bıçaklamış gibi hissediyorsunuz. Çünkü bıçaklanmanızla direnin sokulması aynı prensipleri taşıyor.
    • Diren, size sigara içmenin ne kadar aptalca ve yanlış bir şey olduğunu anlatıyor: Çünkü sigara yüzünden normalde farkında olmadığınız minik öksürmeler dünyanın en büyük işkencesi olarak karşınıza çıkıyor. O zaman fark ediyorsunuz ki ciğerleriniz her öksürükte bir kez değil birkaç kez hareket ediyor ve her öksürükte gerçekten müthiş bir acı sarıyor beyninizi. O zaman içtiğiniz ilk sigarayı yakan çakmağın gazını dolduran adama kadar hayatınızdaki her yanlışı tekrar hatırlayıp küfürler savuruyorsunuz.
    • Uyanma sırasında insan çok farklı duygulara kapılıyor: Önce bir zafer hissi, bir kurtuluş motivasyonu sarıyor sizi. Yendim diyorsunuz, kurtuldum diyorsunuz. O sırada boğazınızdaki bulunmaması gereken boru ya da her hareketinizde ölmek istediğiniz direnin filan önemi kalmıyor. Ancak bir sonra hemen vücudunuzu saran duygu bu zaferi sizi bekleyenlerle paylaşma isteği.
    • Ben gecenin bir yarısı beni bekleyen karıma iyi olduğumu söylemek için ağzımdaki boru ve kaldırabildiğim tek elimle epey bir yalvardım ve sonunda başarılı oldum. Onu haberdar ettikten sonra çok güzel rüyalı bir uykuya daldım.

    Ameliyattan sonra “artık iyisin” hissine kapıldığınız ilk somut aşama odanıza çıkarılmak. Üstünüzde ve çevrenizdeki aletlere yolda giderken insanların size o acıma dolu bakışı çok korku verici. Kimseyle göz göze gelmeyin o süreçte.

    • Odanıza geldiğinizde artık yattığınız yerde ihtimam görme anlarınız sona eriyor. Artık sizin yapmanız gereken şeyler var ve belki de baypas sürecinin başından beri hesaplamadığınız şeyler bunlar…
    • Öncelikle üç toplu bir aleti nefesinizi içeri çekip dışarı vererek oynatmak zorundasınız. Bu hareket ciğerlerinizin hayatınızın geri kalan kısmında sahip olacağı kapasiteyi etkileyeceği için yapmak zorunda olduğunuz bir şey. Ama ciğerlerinizdeki direnle bunu yapmak o kadar çok acı veriyor ki. Bir de o alete üflediğinizde aslında ciğerlerinizden ne kaybettiğinizi çok iyi anlıyorsunuz.
    • Hemşire sizi yürütmek istiyor. Yürümeniz lazım siz de biliyorsunuz. Ama ayaklarınız tutmuyor, her adımda vücudunuzda varlığını bilmediğiniz ağrıların farkına varıyorsunuz ve en önemlisi denge mevhumunun büyük bir bölümünü kaybettiğinizi görüyor ve daha önce ben nasıl yürüyormuşum ya diye şaşırıp kalıyorsunuz.
    • Mutad zamanlarda ve sık sık birileri gelip size bir tahlil yapıyor. Çoğunlukla uykudan uyandırarak yapıyor bunu. Zaten zar zor daldığınız uykudan uyanmak çok zorlu bir süreç. Bir de o kadar sık röntgen çektiriyorsunuz ki acaba bunlar bana ekstra zarar verir mi diye düşünüyorsunuz. Ama vermiyormuş öyle dedi doktorlar.
    • İlk yediğiniz veya yemeye çalıştığınız yemekler olayın en çirkin tarafı. Hayır pardon en çirkin tarafı tuvalet aktivitesi. İlk birkaç gün vücudunuza giren bir hortumdan gideriyorsunuz tuvalet ihtiyacını. O hortumun çıkması (ki girdiği yeri düşünürken bile çok geriliyorum) sonrasında da işler tam düzelmiyor.
    • Hortum demişken… O direnlerle yaşamak gerçekten çok zor. Ne sağa dönebiliyorsunuz ne sola. Ama çıkarma anında “keşke burada kalaydı da sağıma soluma dönmeseydi” diyorsunuz. Diren vücuttan nasıl çıkıyor biliyor musunuz? Kaba kuvvetle! Sağlam bir doktor geliyor ve onu haşırt diye çekip çıkarıyor içinizden. Sonrasında rahatlıyorsunuz ama çekme aşaması çok fantastik ve “bir daha asla böyle bir anı tekrar yaşamak istemiyorum” dedirten bir şey…
    • Tüm hortumlar vücudunuzu terk ettikten sonra hastaneden çıkmak artık tamamen sizin inisiyatifinize veya hastanenin sigortadan aldığı paraya kalıyor.

    Ameliyat sonrası ev hayatı bambaşka. Gerçekten de yeni bir hayata başlıyormuş hissi o hastane kapısından çıkarken başlıyor zaten…

    • Hastane kapısından çıkarken artık sigara içmeyeceksiniz, yağlı yemeyeceksiniz, düzenli ilaç kullanacaksınız ve kardiyolu yoğun sportif aktivitelere girmeyeceksiniz düşünceleri kafanızın en önemli parçası oluyor… Sanki hastanede kalsanız eski hayatınıza devam edecekmişsiniz gibi… Sanki bir şey olmamış gibi.
    • Eve gelmenin en önemli aktivitesi artık herkesle telefonla konuşup ballandıra ballandıra hikayeler anlatmak… Çok şey anlatmak istiyorsunuz. Karşınızdakiler ilk birkaç dakika sizi dinlemeyi çok istiyorlar. Ama onların esas dinlemek istediği size geçmiş olsun yanındayım deyip kapatmak. İdrar için borunun vücudunuza nereden girdiği onlar için çok önemli değil. Bunu sonradan anlıyorsunuz.
    • Yatmak gerçekten çok zor. Çünkü göğüs kafesiniz ortadan ikiye ayrılmış ve sonradan tellerle tutturulmuş durumda. Dolayısıyla sadece sırt üstü yatmaya hakkınız var. Sağa dönmek yok, sola dönmek yok. Yüzü koyun yatmayı cümle içinde bile kullanmıyoruz. Sağa sola dönmeden uyuyamayan biriyseniz benim gibi… 45 gün için kendinize bir televizyon koltuğu almanız gerekecek.
    • Başta onu yeme bunu yeme gibi bir şey yok. Ama benim gibi eğer sigarayı bıraktıysanız… Çok ciddi kilo alıyorsunuz. Ben on kilo aldım.
    • Küçük küçük yürüyüşler güzel. Aslında en güzeli yürüyüş. Başka bir spor çok saçma olur. Mühim olan kendinizi daha önce yapmadığınız bir şeye alıştırmak.

    Son olarak… Sonrası hayata dikkatle bakmak gerekiyor. Çünkü siz artık başka birisiniz.

    • Damarlarınızın tıkalı olanlarını bacağınızdan alınan damarlarla değiştirince siz ayağı yukarı sıfır kilometre tıkalı damarlı biri haline dönüşüyorsunuz. Bunun kıymetini bilin.
    • Bu size sunulmuş bir lütuf. Ama eski yanlışları ölmeden tekrar tekrar yapma şansı değil. Çünkü artık aynı yanlışları bir daha yapıp tekrar baypastan geçmeyi istemezsiniz.
    • Etrafınızdaki insanlarda iki çeşit eğilim oluşuyor: Ber kesim size artık geri dönüşsüz bir yarım insan olarak bakıyor. Sizin yanınızda her zamanki konulardan konuşmuyorlar bile. Sanki siz ışık hızıyla giden bir gemiye binip gelmişsiniz de onların iki kat yaşındasınız gibi. Aynı adam kesinlike değilsiniz. Bir diğer kesim ise evin küçük oğlu Kerimcan ile konuşur gibi konuşuyor sizinle. “Eveeet artık ne yapmıyoruz? Yağlı ürünleri yemiyoruuuz. Akşaaam erken yatıyoruuuz. İlaçarımızı içmeyiii unutmuyoruuuz”…. Aklınıza diren acısı geliyor ve onu özlüyorsunuz böylesi zamanlarda…
    • Bu ameliyatı gençken, mesela 50’li yaşlarda, geçirmek çok iyi. Çünkü yeniden başlama fırsatınız var. Evet 60 hatta 70’ten sonra da yeni bir hayata başlayabilirsiniz. Ama 50’lerde gerçekten en başa yakın bir yerden baştan başlama şansınız var.
    • Bu arada çok açık denenmiş şeylere baktığımda size gerçekten işe yaradığını söyleyebilirim: dört katlı bir binanın merdivenlerinden operasyondan iki hafta önce gerçekten kan ter içinde kalıp evden içeri yığılırken ameliyattan sonra herkesten önce çıkıp terlemiyorsunuz bile. Birkaç damarın insan hayatındaki etkisinin bu kadar büyük olması çok acayip.

    Baypas çok zorlu bir ameliyat. Çok önemli bir viraj. Ama üstesinden gelinemeyecek bir şey değil. 50’lerde üstesinden gelmek daha kolay. Yanınıza biri varsa da öyle. Tıkalı damarlarla her an gitme stresinden kurtulmak mükemmel bir şey. Yeniden başlamak da öyle.

  • Şarlatan olmak ya da olmamak

    Şarlatan olmak ya da olmamak

    Bu bir iletişim yazısıdır. Başka anlamlar aramak ve şüpheci olmak, güzel ancak gereksiz bir enerji kaybıdır.

    Şarlatan kelimesinin orada burada duymuş olabilirsiniz. Kelimenin etimolojik kökenine inecek olursak karşımıza birkaç farklı bakış açısı çıkıyor. Bazılarına göre bu kelime İtalyanca ciarlare fiilinden geliyor. Bu fiili birebir Türkçeye çevirmek istersek bağıra çağıra gürültülü konuşmak tanımı tam karşılamasa bile oldukça uygun düşüyor.

    Bir diğer bakış açısına göre şarlatan kelimesi 18-19. yüzyılda özellikle Fransa’da mucizevi ilaçlar ve tonikler satanlar için kullanılıyor. O tonikler büyük yalan dolan olduğu için bugünkü kullanımda şarlatan kelimesi çok kötü anlamlar yüklenmiş. Eğer o yıllarda tonik olarak satılan yılan yağı, gerçekten de bugünün Aspirin’i tadında birçok işe yarasaymış “bizim Osman abi büyük şarlatan ilerde benim çocuğum da şarlatan olur inşallah” gibi bir kullanımımız olabilirdi.

    Şarlatanlar ürününü veya fikrini satmak için ortalığı vesveseye veren kişiler için kullanılıyor. Kelime kökenine baktığımızda salt yalan dolan ile iş yapmaları değil, bu insanların bağırıp çağırması da gerekiyor.

    Biraz iletişim dünyasına girecek olursak… Bugün insanların neden bağırıp çağırdığını da o günün bakış açısından anlamlandırabiliriz: Paris’te şarlatanlık yaparak ilaç satan insanlar satış işini şova dönüştürüyorlar: Bir dükkan açıp burada yılan yağı satılıyor demiyorlar. Onun yerine mobil, her an yer değiştirebilen ve kaçışa uygun minik gösteri araçları kullanıyorlar. Ürünlerindeki yalan büyük olduğu için o anda satmaları gerekiyor ve o yüzden de çok bağırıp çağırıyorlar.

    Bugünün dünyasına bakalım: Bir ürün satmak istiyorsunuz diyelim. Ürün iyi ve bir soruna çare oluyorsa o ürünü zaten kulaktan kulağa tekniğiyle zaten herkes duyuyor. Ancak ürün üstüne yüklenmiş yalanın boyutu ne kadar büyürse o kadar çok bağırmak ve bunu şova dökerek anlatmak gerekiyor.

    Bunu bir teknolojik ürün satışında da görebilirsiniz, bir siyasi partinin anlatımlarında da, bir ponzi sisteminin lansmanında da, hatta bir haberin yayılmasında da.

    Bu arada şarlatanların sattığı ürünlerin insan beyninin mantıklı düşünme kanallarını tıkayacak kadar önemli bir soruna çare bulması gerekiyor. Mesela 18. yüzyılda ölümsüzlük vaat ediyor bu iksirler, sonrasında seksüel erkeklik gücüne zirve yapmasıyla öne çıkıyor. Günümüze yakın zamanlarda piramit sistem kurup herkesi inanılmaz derecede zengin etmeyle akıllara giriyor. Herkese bir ev bir araba anahtarı vermeyi öneren, dünyanın en büyük on ekonomisinden bir haline getirme umudunu salan şarlatanları da unutmamak lazım.

    O zaman şarlatanları nasıl tanıyacağımızı bize çok iyi anlatan birkaç madde sıralayalım:

    • Eğer size çok büyük ve beklenmedik bir umut veriyorlarsa şarlatan olma ihtimalleri vardır.
    • Eğer her an toparlanıp kaçabilecek bir konumdalarsa şarlatan olma ihtimali yüksektir.
    • Eğer yaptıkları iletişimi bağırıp çağırarak yapıyorlarsa kesin şarlatanlardır.
    • Eğer sizi aynı şarlatanlıkla birden fazla kez yanıltabiliyorlarsa büyük iletişimcidirler

    Peki sizin şarlatan konumuna düşmenizi engelleyen şey nedir? Onları da yine bu verilerden yola çıkarak sıralayalım:

    • Beklenmeyecek derecede önemli bir soruna çareyseniz bunu çok iyi anlatmanız lazım. eden kimse bunu yapamamış da siz onu bulmuşsunuz sorusu mantıklı olan her insanın düşünebileceği bir şeydir. Bu çözüme giden yollara nasıl ulaştığınızı açık ve net bir biçimde anlatabilmeniz gerekiyor.
    • Topluma güven verin. Nerede olduğunuzu, nereden geldiğinizi nasıl kaçamayacağınızı açık ve net bir biçimde itiraf edin. Köklerinizi gösterin onlara ve oraya nasıl bağlı olduğunuzu anlatın.
    • Bağırmak deyince illa birinin yanına gidip avazınız çıktığı kadar sesinizi yükseltmeniz gerekmiyor. Bağırmak bazen Google ortamına çok reklam vermekle de olabilir, TV ve gazetelere çok çıkmakla da… Bir şeyi çok söyleyince daha çok anlaşılır olmazsınız, olsa olsa sıkıcı olursunuz.
    • İnsanlar sizi duysun istiyorsanız bunun yol uzaktan onlara bağırmak değil yakınlarına gitmektir. Yakınlarına giden herkes, sıcaklıkla karşılanır. Birinin yakınındaysanız bağırmadan da duyulur hale gelirsiniz. İnsanlar uzaktan bağırana değil yakınlarındakine güven duyarlar.

    Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Çünkü iletişim dünyamızda yeni bir akım doğdu. Ben onlara şarlatan iletişimciler diyorum. Bu kişi ve kurumlar hiçbir şekilde beni dinlemiyor, hiçbir soruma cevap vermiyorlar. Bunun yanında sürekli kendi söyledikleri şeylerin duyulmasını talep ediyorlar. WhatsApp gibi ortamlardan düzenli tacizlerle kendi fikirlerini bağırıyor ama aynı ortamdan soru almıyorlar. Bu şarlatanlığı şimdilik kaydıyla isim vermeden tarihe not düşelim. İlerde devamını yazarım.

  • Aşk: Kaybedenlerin oyunu

    Aşk: Kaybedenlerin oyunu

    Raskolnikov24 ve Karenina26, gökyüzünü alev alev yakan bir günbatımında üstünde martıların uçtuğu, ara sıra yunusların çıkıp havada taklalar atıp tekrar daldığı bir okyanus kıyısında uzaklara bakıyorlardı. Arkalarındaki ağaçlardan gelen rüzgarın hışırtısı ve şarkılarını akşam saatlerine saklamış olan kuşların sesleri ortamı aşık olmak için ideal bir hale getiriyordu.

    Raskolnikov24’ün sarı saçlarının rengini daha belirginleştiren mavi gözleri; Karenina26’nın pürüzsüz bir tene sahip ince omuzları üstündeki gezindi. Sonra neredeyse batan güneşle aynı renkteki kızıl saçlarını süzdü. Gözlerinin yeşili, dişlerinden gelen ışıltı, minik ellerini süslemek için oraya konmuş izlenimi uyandıran narin parmakları, akan sakin bir dere doğallığında vücut hatları…

    Raskolnikov24’ün sağ eli Karenina26’nın sol elini ezberlemekle meşguldü. Her boğumu, her girintiyi, tırnaklarının üstündeki kayganlığı, elinin sıcaklığını… Kulağına aşka dair bir şeyler fısıldadı, mümkün olan en kısık ses tonuyla. Kız güldü mümkün olan en melodik sesle. Sonra kız onun kulağına bir şeyler söyledi güzelliklere dair. Oğlanın elmacık kemiklerinin çevresi kızardı biraz.

    Bir sessizlik oldu. Oğlanla kız birbirine baktı bir süre. Kız güldü ama oğlan gülmedi. Ardından oğlanı titreme aldı. İnsansı bir titreme değildi bu. Yüzü silikleşmeye başladı. Ayaklarından saçlarının ucuna kadar mozaiklendi, hemen ardından kızı da titreme aldı. Kız “hayır yapma” diye bağırdı, oğlanın titremeleri arttı ve kör edici bir aydınlık; okyanusu, günbatımını, ormanın yeşilini ve güzel kadınla adamı alıp götürdü.

    Aydınlığın, sanal gerçekliğin ardından, leş gibi bir sokak, kara kuru bir kız, kısa boylu ve hafif kambur duran bir erkek kalmıştı. Bilgisayarın yarattığı, güzel olan her şey gitmişti. Oğlan “oyunun bana verdiği yetkiyle…” diyerek başladı söze. “Dur!” diye bağırdı kız, “bunun bir aşkı kaybetme oyunu olduğunu biliyorum. Bunu kazanırsan çok para alacağını da biliyorum. Paraya ihtiyacın olduğunu da biliyorum. Kim ötekini daha büyük hayal kırıklığı yaratarak terk ederse daha çok para kazanacağını da biliyorum. Ama ben…”

    Kız sözlerini bitiremedi. Gözlerinden aşağı yaşlar süzülmeye başladı. Kaybetme oyununda sanal gerçeklikle güzellikler yaratıp karşısındakini terk etmek mükemmel bir fikirdi. Ve kız bu tuzağa düşmüş görünüyordu. Gözyaşlarını engellemeye çalışmadan, neredeyse haykıran bir ses tonuyla konuşmaya devam etti: “Ben senin sanal gerçeklikteki tipine değil, avuçlarıma dokunan o ellerine aşık oldum. Bu yüzden seni terk etmedim, edemedim. Aşk gerçek hayatta da bir kaybetme oyunu biliyorum. Ama seni gerçekten sevdim ve ne kadar sürerse sürsün, ne kadar sefil olursam olayım ellerimi bırakmanı istemedim. Beni istediğin zaman bırakabilirsin. Ama ellerimi bırakma. Aşkı kaybedenlerin oyunu yapma…”

    Adam durakladı. Gözleri doldu. Bakışlarını kaçırdı önce. Ardından bakışları kızın ellerine kaydı. O yumuşacık, kemikli ama sevgi vaat eden eller. Avcunun içinde denizdeki minik balıklar gibi çırpınan eller. Para, şöhret ve hayatının sonuna kadar mutlu bir yaşam… Bu potansiyel büyük aşkla kıyaslanabilir miydi? Kıyaslanmalı mıydı? Gözyaşlarına engel olmayı bıraktı. Kıza sarıldı. Sıkı sıkı sarıldı. Bir daha gitmesini engelleyecek kadar sıkı sarıldı.

    Kız onun vücudunu saran kollarına bıraktı kendini. 2000’li yıllarda 27 yaşında intihar eden bir kadının söylediği şarkıyı mırıldanmaya başladı tatlı tatlı: “Love is a loosing game…”

    Şarkının son kıtasını okuduktan sonra durdu. Kulağına doğru iyice yaklaştırdı dudaklarını ve “oyunun bana verdiği yetkiyle seni bırakıyorum” dedi.

    Adamın gözyaşlarının debisi iki katına çıktı ve neredeyse tadı değişti. Çok büyük kandırılmış, hiç ummadığı yerden darbe yemiş ve oyuna gelmişti. Kadın, o zamana kadar bu oyunda yaşanmış en büyük kandırmalardan birini gerçekleştirmiş ve rekor bir puan ve ödülle oyunu sonlandırmıştı.

    Hala onu kollarında tutmak isteyen adamdan usta bir manevrayla ayırdı kendini. Gökyüzünden kendini izleyen kameralara doğru eski tiyatrocuların yaptığı tarzda bir selam verdi.

    Erkek salaktı ve neredeyse hala birkaç dakika öncesindeki kadar aşıktı kıza.

    Hep öyle değiller miydi?

  • Tinder: Yalnızlığını birbirine emanet edenlerin toplanma alanı

    Tinder: Yalnızlığını birbirine emanet edenlerin toplanma alanı

    İnsanların yalnız olmadığı ve her zaman yanlarında kendileri gibi birilerinin olduğu savı, derin bir kendini kandırmacadır. Sonsuza dek yaşayacağız, hiç ölmeyeceğiz gibi. Yalnız kavramının etimolojik kökeninde “yalın” kelimesi vardır. Herkes beğense de beğenmese de bal gibi yalnızdır işte.

    “O zaman bu etrafımızdakiler kim bu elini tuttuğum ne” sorusu gelir hep bunu söyleyenlere. Gilbert Becaud “Yalnızlık Yoktur” şarkısında “köpekler için mi yapıldı bu kadar kulüpler” diye sorsa da orası yalnızlığın giderildiği değil, birilerine emanet bırakıldığı rehincilerdir aslında. Bir rehinciye gidersiniz ve o an daha çok ihtiyacınız olan bir şey için o an çok da ihtiyacınız olmayan bir şeyi bırakırsınız. İşte Gilbert Becaud zamanının kulüpleri, bu zamanların Tinder gibi sosyal medya uygulamalarının varlık amaçları bu rehinciler olmaktır.

    İnsanlar bu uygulamayı indirip biraz çekingen bir biçimde bu rehinciden içeri girerler. Amaç yalnızlıklarını rehin bırakıp birilerini alabilmektir oradan. Bazen birilerini oradan alabilmek için yalnızlıkları yetmez, onun yanında gururlarının bir parçasını, sahip oldukları değerleri, hayatlarının bir parçasını da vermeleri gerekebilir.

    Yalnızlığın evreleri vardır: Birinci evre inkardır. İnsanlar yalnız olmadıklarını düşünürler ve etraflarındaki her birey ve eşyanın yalnızlıklarını aldığını söylerler. Telefonundaki oyun, veri transferi sonucunda karşısına çıkan bir takma isim, saatler sonra cevap verilen bir mesaj onların yalnızlığını alan çıktılardır. Aslında baz istasyonlarından geçen sinyaller kadar soğuktur orada gördükleri ve yazıştıkları takma isimler. Aslında kendi kıçını yalayarak günün büyük bir bölümünü uyuyarak geçiren bir hayvandır kedi. Aslında birinin yalnızlığından kurtulma ve birileri tarafından beğenilme umuduyla yazdıklarıdır o kitaplar. Ama bu ilk evre yalnızlık böbreklere vuruncaya kadar geçen bir inkar sürecinden başka bir şey değildir.

    Sonra kızgınlık ve öfke gelir. Beraberken dahi yalnız olduğunu düşündürten yanındaki insandan başlar bu öfke ve yalnızlığa neden olan faktörlerin yedi göbek sülalesine sövmeye kadar gider.

    Sonra belki de yalnızlığın en patetik kısmı, pazarlık başlar. Yalnızlıktan kurtulmak için kendiyle, dünyayla ve hatta bizzat yalnızlık kavramının kendisiyle pazarlık etmeye başlar insan. Haydi şununla birlikte olmak için olmadığım bir insan kılığına gireyim der, asla yapmayacağım şeyleri yapayım der, yapmak istemediği şeyleri kabullenmeye başlar.

    Yalnızlığın bununla giderilemediğinin anlaşıldığı durumda ise depresyon başlar. Depresyon, çaresizliğin dışa vurumudur aslında. Bir noktaya kadar her şeyi yapabileceğini düşünen bir kişinin yüzüne gerçekleri kabullen(e)meme safhasıdır. Maratonu bitireceğinden emin olan bir kişinin son üç kilometrede ayaklarını saran sancının, kesilen nefesinin, vücudunu saran ateşin ve kalp ağrısının yarattığı birkaç saniyelik çaresizliğin uzun zamana yayılmış halidir. Sancı, nefes kesilmesi, vücudu saran ateş ve kalp ağrısının günlere aylara yayıldığını düşünün. İşte ona ben depresyon diyorum. Doktorların muhtemelen farklı teknik terimlerle süslü depresyon tanımları vardır.

    Ve en sonunda kabullenme evresi başlar. İnsan yalnız olduğunun bilincine varır ve bunu olduğu gibi kabullenerek yalnızlık konusunda yazılar yazmaya başlar.

    Okumuş yazmış insanlar bu evrelerin aslında yas tutma evreleri olduğunu hemen hatırlayacaktır. Evet yas tutan insanların bu evrelerden geçtiği söylenir hep.

    Ama yalnızlığın bir çeşit kalıcı yas tutmak olmadığını söyleyecek bilimsel araştırmalar var mı ki etrafımızda?

  • Artık çalışmayan sihirli aynalara ne olur?

    Artık çalışmayan sihirli aynalara ne olur?

    Pamuk Prenses bir masal kahramanı olabilir. Ama Pamuk Prenses içinde geçtiği masalın kahramanı değilir. O masalın kahramanı sihirli aynadır aslında. Masalın gidişatını, içindeki tüm olayların düğümünü o sihirli ayna belirler.

    Her zaman kraliçe olmak ve kalmak isteyen, en güzel olduğunu bilmek ve sürekli öyle hissetmeyi hedefleyen kötü kraliçelerin yardakçısıdır. Varlık sebebi hep farklı zamanda ve kelimelerle “en güzel sensin kraliçem” demektir. Böyle diyebildiği sürece varolur, bunu diyemediği anda tarih olur.

    Gerçek hayatta da karşılığı olan bir şeydir bu. Hep prenses ve geleceğin kraliçesi olmak istemiş kadınların çevrelerinde onu sürekli görmekle avunacak sihirli aynaları vardır. Bu aynalar prenses ve kraliçelere dokunamazlar. Onların peşinde olamazlar. Sihirli aynalar sadece prenses ve kraliçeler onlara ne kadar güzel olduğunu sorduğunda buna olumlu cevap vermek için vardır, o kadar.

    Masalın içinde geçen kraliçenin tek başına yönettiği bir krallık vardır, ihtişamı ve azameti vardır. Ama bunların hiçbirini masalda önemli bir rolde görmeyiz. Masalı masal yapan kraliçenin kendini daha güzel hissetme isteği, sık sık sihirli aynasına gidip benden güzeli var mı bu dünyada diye sormasıdır.

    Bir camın ayna olması için gerekli üç şey vardır: Birincisi camdan olması ki bu gerektiğinde kırılıp atılabilmesini sağlar. İkincisi pürüzsüz olması ki bu onu diğer tüm eşyadan ayırır.

    Ama en önemlisi onun bir sırrının olmasıdır. Sır kelimesinin esas anlamı gizem değildir. Camın, tamamen arkasını gösteren bir eşyanın arkasına sürülen bir maddedir sır. Onu bir camın arkasına sürdüğünüzde cam, şeffaf olmaktan çıkar. Evin en uzak yerinde kullandığınız ve asla görmediğiniz varlığını hissetmediğiniz bir şey olmaktan çıkar. Sırrı olan camla kadınların her gün ilk baktığı, evinin en özel köşesinde bulunan, en özel yönlerini ve yanlarını gösterdiği bir meta haline dönüşür. Aynanın sırrı prenses ve kötü kraliçelere kendini iyi hissettirmesidir.

    Kadınlar her zaman önce sırrı olan bu alete bakar, sonra o aleti unutur ve o aynanın kendilerini yeterince tatmin etmesinden aldıkları hazla kendilerini başkalarına gösterirler. O sır çözülünce o aynalar artık bir işe yaramaz olur. En iyi ihtimalle evin en uzak yerine pencereye takılıp görünmez hale gelirler.

    Kötü ihtimalle kırılır giderler. En küçük parçası tırnak ucunu geçmeyecek şekilde kırılırlar. Bu kadar küçük parçalara ayrılmalarının sebebi bir daha asla bir diğerinin işine yaramamasını sağlamaktır.

    En küçük parçalarına ayrılan aynalar bir daha kimsenin işine yaramaz. Çünkü ne kadar iyi bir araya getirirseniz getirin bazı parçaları dışarıda kalır, üstündeki çatlaklar daima onun birileri tarafından kırıldığını gösterir.

    Tekrar işe yaraması için o parçaların tamamını çok büyük ve harlı bir ateşe atmanız ve artık olduğu şeyden bambaşka bir şeye dönüştürene kadar yakıp eritmeniz gerekir. Ki bu işlemin sonunda herkesin dudaklarını değdirip sonra unutup bir kenara attığı bardağa dönüşme riski de vardır.

    Genelde yapılan seçim, yanıp kavrulmaktansa küçük parçalar halinde kalmak yönünde olur.

     

  • Yabancı medya Türkiye’ye neden geliyor?

    Yabancı medya Türkiye’ye neden geliyor?

    Son zamanlarda yabancı medya organlarının Türkiye’ye olan ilgisini yakından görüyoruz. Şöyle bir bakacak olursak… Independent Türkiye’ye geldi besleyici Suud sermayesi ile birlikte. Sputnik Türkiye’de ki bunun en yakın tanıklarından biri benim bizzat içinde çalıştığım için. Alman devletinin desteklediği Deutsche Welle burada yayın yapıyor. Amerika’nın Sesi VOA Türkiye’de. Elbette uzun yıllardır burada olan BBC’yi atlamamak lazım.

    Peki neden bu gazeteler Türkiye’ye geliyor? Daha da geleceği söyleniyor? Bunun çok kolay ve zor cevapları var. Ben ortalama zekalı bir salyangozun söyleyebileceği bizi kıskanıyorlar ülkemizde kardeşi kardeşi düşürmek için ekonomiyi bozmak için geliyorlar söylemini bir kenara bırakıyorum.

    Şöyle bakalım: Türkiye’de ciddi bir basın potansiyeli var. İnsanlar, özellikle de genç kesim okumayı, kendinden önce gelenlere kıyasla daha çok seviyor. Okuma kelimesini habere maruz kalma, medyayı tüketme olarak alırsanız içine video, radyo ve benzeri internet haber mekanizmalarını da sokabilirsiniz.

    Bu ciddi basın potansiyeli okumaya, medya tüketmeye dönüşmüyor. Niçin? Çünkü basın organları belli bazı motivasyonlarla iş yapıyorlar. Tek taraflı bakıyorlar. Halkın istek ve ihtiyaçlarını hiçe sayıyorlar. Ama en önemlisi yazdıkları ve manşete çektikleri haberlerle ciddi bir biçimde insanların zekasıyla alay ediyorlar. O basının içinden çıkmış, iyi ve kötü günlerini görmüş biri olarak bu iddiamın arkasındayım.

    Aslında ölen habercilik ya da medya değil, o medya organları ölüyor. Kanser olmuşlar ve kuruyup düşüyorlar. Ortada her şeye rağmen bir reklam pastası da var ki bu karambolde kimsenin bakmadığı basına gidemeyen bu paralar başta Google reklamları olmak üzere Twitter ve Instagram fenomenlerine akıyor. Şimdilik daha az ama yine iddia ediyorum, 2023 yılında dünün anlı şanlı gazetelerinden daha çok kazanan trend setterlar görebiliriz.

    Gelelim çıkış noktamıza: Peki bu kadar kötü şeylerin olduğu Türk medyasına neden yeni yabancı basın organları girip duruyor? Sebep aslında pek basit: Çünkü şu anda doğru bir basın organizasyonuyla bu ülkede medya işiyle uğraşıp orada kaybetmeniz imkansız. Tüm medya o kadar kötü ki evrensel birkaç değeri uygulayan, sorgulayan, her iki farklı görüşe de mikrofon tutan yabancı basın organları kayıtsız şartsız kazanır. İtibar da kazanır, alan da kazanır ve hatta para da kazanır.

    Peki “bunlar gelirse ülkemizin dirliğini bütünlüğünü bozarlarsa ne yaparız bununla nasıl başa çıkarız” şeklinde korku içinde soru sorup duranlara cevaplar verelim: Ülkemizde dirlik yok. Bu adamlar ülkeyi bölücü faaliyet gösterirlerse ülkenin kanunları devreye girer zaten. Bir de adamlarla başa çıkmanın en kolay yolu (niye hep bir başa çıkma çabası, hep bir savaş isteği onu anlamak da zor) onları kendi silahlarıyla vurmak: Adam gibi nabercilik yapmak ve dürüst medya organları yaratmak.

    Ama bu son söylediğimizi yapmak, atom bombası üretip o ülkeleri patlatmaktan daha zor geliyor birilerine. Şu anki çirkefe batmamış tüm basın organları el üstünde taşınır. Ama bunu anlayacak zeka ve birikim lazım.

  • Bir zamanlar ve bu zamanlar gazetecilik

    Bir zamanlar ve bu zamanlar gazetecilik

    Gazetecilik yapan biri olarak minik minik notlar almıştım geçen 10 yıl içinde. Onları sizinle paylaşmak istiyorum:

    • Bir zamanlar bir şirketten bilgi alabilmek genel müdüründen cevap alabilmek için sekreteriyle günler boyu konuşur, fakslaşır ve gerektiğinde kapısında beklerdik
    • Bir zamanlar birinden bilgi aldığımızda yazacağınız yazıyı bize gösterir misiniz deme cüretini gösteremezdi karşıdakiler. Bugün neredeyse gel beraber yazalım diyecekler
    • Bir zamanlar bir gazeteci yazı yazdığında onun halk tarafından okunur veya bakılır hale gelmesi için en az üç kişi haberin sağını solunu kurcalardı. Şimdiki gibi hop güm ptt haber girdi sepete yapmazlardı.
    • Bir zamanlar bir gazeteciye kötü davranıldığı zaman bütün gazeteciler topluca ayağa kalkıp olaya tepki gösterirlerdi. Sadece o gazetenin içindekiler değil, rakip gazetedeki gazeteciler de…
    • Bir zamanlar gazeteciler maaş aldıktan sonra ay sonunu görür, hatta üç kuruş da artırıp onunla asla alamayacakları şeylerin hayallerini bile kurabilirlerdi.
    • Bir zamanlar gazeteciler okurdu. Kitap okurlardı, haber için okurlardı, sabah işe gelirken ve geldikten sonra öğlene kadar gazete okurlardı. Bilgilenirlerdi. Gazetecinin bir konuyu, hele ki kendi uzmanlık konusunu bilmemesi çok büyük ayıp sayılırdı.
    • Bir zamanlar gazetecinin bir haberi yazarken büyük ya da küçük maddi bir hata yapması çok korkunç karşılanırdı. Büyükler, hatayı yapan küçükse karşısına alıp uzun uzun nasihatler çekerdi. Hata çok büyükse gazeteci şutlanırdı, ağzını açıp da bir şey söylemezdi.
    • Eskiden de bir patron, bir parti ya da bakış açısının çıkardığı gazeteler olurdu. Eskiden de taraf tutulurdu. Ama gazeteciler ellerinden geldiğince bunun bir tarafı olmamak için çırpınıp durur kendi işini yapardı. Genellikle simit yiyip bu işin bir parçası olmazlardı. Bugünün genel bakış açısı olan yavşaklık çok azdı.
    • Bugün insanlar durdukları yere bakıyorlar. Gazetecilik değil gazetede adının çıkması önemli onlar için.
    • Bugün gazetecilerin büyük çoğunluğu aldığı para için değil oradan aldıkları minyon prestijle farklı kurum ve kuruluşlardan para kazanmak için çalışıyorlar.
    • Bugün gazeteciler çalıştıkları yayının birinci sayfasında yalan, dolan ve iftira olmasını, ırkçı haberleri ve ülkenin zararına yazıları görmezden geliyorlar. Olsun ben spor yazıyorum, teknoloji yazıyorum, burç yazıyorum gibi onların cehennemde yanmasını engellemeyecek bahanelerin arkasına sığınıyorlar.
    • O yıllarda gazeteciyim dediğimizde insanlarda saygı uyanırdı. Şimdi biraz nefret, biraz acıma, çokça küfür eder gibi bakıyorlar.
    • Bugün bütün gazeteciler, gazete dışı bir yerden ekmek yemeye çalışıyor.
    • Bugün gazeteci olduğunu sanan ve bunu uluorta iddia eden bütün varlıklar SEO dilinde haber yazıyorlar. Peki bugün maç kaçta? Peki sizce bilmem kim nereye oturdu gibi başlıklar basının istiklal marşı haline dönüştü. Eskiden olsa bu başlığı atan rezil edilirdi itinayla.
    • Eskiden haber tartışırdık. Şimdi bir iki kişi kendi aramızda konuştuğumuz zaman kendimizi mutlu hissediyoruz. Kalanların en büyük tartışması, sürekli birbirinin dedikodusunu yapmaları…
    • Eskiden reklamcılarla sadece gazetenin yemekhanesinde yan yana gelirdik şimdi herkes birer reklamcı olmuş, bir basın toplantısının ardından bütün gazetecilerin en çok yapmayı sevdikleri şey patronun yanına gidip arsızca reklam istemek…
    • Eskiden milletin haberini çalıp duran onedio, listelist gibi varlıkların canına okurduk çünkü çalıp çırpmak çok ayıptı. Şimdi girişimci diye el üstünde tutuluyorlar.

    Bu duruma gelmemize katkıda bulunan herkesin Allah belasını versin.

    Not: Görsel, Emil Zola’nın Dreyfuss olayı için ülkenin cumhurbaşkanına yazdığı suçlama manşetidir…

  • Bir sandık görevlisinin evrak-ı metrukesi

    Bir sandık görevlisinin evrak-ı metrukesi

    Seçimin içinin nasıl olduğunu size içinde bulunan bir insan olarak anlatayım istedim. O öyleydi bunu böyle yapmışlar diyenler için önemli bir kaynak olur belki. Çok ciddi bilgi sahibi olduğunu düşünenlerin dahi buradan alabileceği bir şey vardır belki…

    Birkaç senedir sandıklar konusunda ciddi sorunların olduğu, sandıklarda yapılan şeylerin demokrasiye ne kadar direkt müdahale olduğunu söyleyen çok insan oldu. O yüzden de birçok seçimde sandığa gidip oraya sahip çıkma üzerine adımlar attım. Sonuçta düşünecek olursanız son 4 yılda 7 seçim yapıldı.

    Geçen seçimlerde yaşadıklarımı bir kenara bırakarak direkt bu seçimlerde yaşadıklarımı başından itibaren onlatayım ki taze bilgi olsun.

    Sandığına sahip çıkmayan adam değildir, sandıkta çalışanlar çok büyük adamdır tarzı yaklaşımlar benim de canımı sıktığı ama yine de her sene olduğu gibi sandığa başvurdum CHP üstünden. Niye CHP üstünden? Seçmeniyim, göreli olarak fikir ayrılıklarım daha az diye.

    CHP’ye ulaşma uğraşlarım bu sene daha bir sonuçsuz kaldı. Tam umudumu kaybederken parti içine direkt müdahil olabilen bir arkadaşımın araya koyduğu “torpille” CHP’den haber geldi. Sizi arayacağız dediler. Nerede oturuyorsunuz diye sordular, söyledim. “Size yakın bir sandık bulacağız” dediler “hayır nerede zorlanıyorsanız oraya gönderin beni” dedim. Sevinerek teşekkür ettiler. Bekle Allah bekle ses soluk çıkmadı. Herhalde unuttular dedim. Ardından tanımadığım bur telefon numarasından eğitime çağrıldım.

    Kalabalık bir salonda tüm bilgi güvenliği kurallarını hiçe sayıp adımızı telefonumuzu ve TC kimlik numaramızı beyaz bir kağıdın üstüne çirkin el yazımızla yukarıdan aşağı yazıp bu kağıtta bur üsttekinin tüm gizli bilgilerini görebilirken omuz silktim ve eğitime girdim. Muhtemelen eğitimcinin eğitimini almamış bir abla bir sunum yaptı. Şirkette birisi böyle bir eğitim verse kesin söylenirsiniz. Ama orası dayanışma ortamı ve eldekiyle yetinmek zorundayız. Peki. Eğitimde yapılan sunumu istedik veremeyiz dediler. Doküman istedik belki bir ara veririz dediler. Tabi ki vermediler.

    (daha&helliip;)

  • İşi geleceğin sorunları olan sinemacı

    İşi geleceğin sorunları olan sinemacı

    Sinemacıları teker teker eserleriyle değil toplu portföyleriyle incelemeye bayılırım. Bir film seyrettim. Yönetmenini biraz inceleyince aslında tüm filmlerini seyretmiş olduğumu anladım. Bu adamı size biraz anlatmak istiyorum.

    Andrew Niccol isminde bir yazar, senarist ve yönetmen bu adam. Yeni Zellanda’da doğmuş. Londra’da reklam çekmeye başlamış. Sonra film çekmek için Los Angeles’a gitmiş ve oradan yürümüş.

    Niccol’ün olayı, kendi yazdığı hikayeleri ağır bir gerçeklikle çekmesi ve her seferinde güzel insanları kullanarak seyirlik filmler hayata geçirmesi. Ancak esas olayı, gelecekte başımızdan geçecek bir zorluğu olanca çıplaklığıyla yüzümüze çarpması. Böylece bunu düşünüp daha adam gibi davranacağımızı umuyor. Şimdi onun filmlerine teker teker bakarak hangi yaralara parmak bastığını teker teker inceleyelim. Unutmayın: Niccol bu filmleri yazdı ve yönetti.

    (daha&helliip;)