Galaksinin sıradan takımyıldızlarından birindeki bir gezegende hayat her zamanki akışında sessizce ilerliyordu. Gezegende iki canlı türü vardı: Minyonlar ve makronlar. Kendi içlerine kapalı, birbirlerinden uzakta yaşayan türler ölümsüz olarak bilinirdi. Her iki türün arasında büyük ve kalın bir duvarla ayrılmış tarafsız bir bölge vardı. Bu bölgeye girmek yasak değildi ama hoş da karşılanmazdı. Kimse bu bölgenin neden kalın duvarlarla yapıldığını bilmezdi. Sonuçta istediğiniz gibi girip çıkabildiğiniz bir yerde bu duvarların işi ne.
Her iki tür de köklerini bilmiyordu. Nereden geliyorlardı, nereye gidiyorlardı belli değildi. Makronlar göreli olarak düz varlıklardı. Hayatlarında hep bir eksiklik var gibi yaşarlardı. Çok üretir çok denerler çok fazla şeyin peşinden koşarlardı. Hiçbir zaman bir tam oluşturacak yapıları yoktu sanki. Kendi aralarında günün birinde aradıklarını bulacaklarını, hatta bazılarının bulduğunu ve buradan çok uzaklara gittiğini anlatıp dururlardı. Anlatıp dururlardı diyoruz ama çok da konuşkan varlıklar değillerdi.
Minyonlar görünüşte daha sade ama özünde karmaşık yaratıklardı. Makronlarla aralarındaki tek bağ, içlerindeki “bir şey” beklentisiydi. Bu beklentiyi asla doyuramıyorlardı. Ama makronlara kıyasla bunu yapacak güzel bir yol bulmuşlardı: Minyonlar şaşırma güdüsünden besleniyorlardı. Birisi onları şaşırttığında tatmin duygusu yaşıyorlardı. Ne kadar çok şaşırırlarsa o kadar mutlu hissediyorlardı kendilerini. Çok şaşırdıklarında… Asla çok yoktu onlar için. Daima daha fazlasını arıyorlardı. Daha fazlasını bulamayan minyon ne oluyordu? Bunu kimse bilmiyordu. Bir şekilde ortadan kayboldukları bilinirdi kimse de bunu kurcalamazdı.
Mavi minyon, türünün en cüretkar bireylerinden biriydi. Daha iyiydi. Daha iyi olası daha çok beslenmesi gerekliliğini ortaya çıkarıyordu. Daha çok şaşırmak istiyordu. Daha zor şaşırır olmuştu. Daha küçük çağlarında büyüklerinin bir ayda yediğine bir günde ihtiyaç duyar hale gelmişti. Hep daha ileri gidiyordu. Giderken artık buradan geri dönemem diyordu ama her seferinde de bir adım geri atacak yeri vardı.
Siyah makron sessiz bir biçimde hayatı anlamaya çalışarak uzun uzadıya yürümeye başladı. Onun hayatındaki boşluk neydi onu bile bilmiyordu. Belki de hayatındaki boşluk, hayatında ne boşluk olmasını bilmemesiydi Onu doldurunca… Her şey yerli yerine oturmaya başlayacaktı.
İki farklı türün arayışları, sınırdaki kalın duvarların arasında son buldu. Oraya nasıl gelmişlerdi bilmiyorlardı. Soru işareti ve arayış böyle bir şeydi işte. İnsan nereye varacağını bilemezdi soruların peşine takıldığında. Düşünceli bir biçimde yerdeki taşları sayarak yürürken birbirlerinin farkına varmadılar. Çok yakınlaştılar ve birbirlerinin farkına varmadılar. Birbirlerini görebilmeleri için büyük bir gürültüye kafa kafaya çarpışmaları gerekti. Ki bu çarpışma da kafalarında şimşeklerin çakmasına neden oldu. Veya onlar böyle olduğunu sandılar. Veya belki de şimşek çakmasının sebebi kafaları değil kalpleriydi.
Kafaları birbirine çarpıncaya kadar birbirlerini fark etmemiş olsalar da hemen ve çok hızlı kaynaştılar. Minyon makronun merakını dindirirken makron da minyonu öğrendiği şeylere farklı ve şaşırtıcı kullanımlar yaratarak doyuruyordu. Sonsuza kadar mutlu ve mesut olabilirlerdi eğer her seferinde daha çok isteyip birbirlerini zorlamasalardı… Minyon ve makronların tarihi hep daha iyisini istemekle daha iyi bir hale gelmişti. Bu iş galaksinin birçok köşesinde böyle dönüyordu. Ama galaksinin her yerinde abartmanın sınırları vardı.
Bir süre sonra minyonun eski tadı ve hevesi kalmadı. Şaşırmak kainatın en kıt kaynaklarından biriydi. Çünkü şaşırtmak kadar kolay tüketilebilen bir şey yoktu. Bir şey söyle, şaşırsın sonra bir daha söylediğinde şaşırırsa ya bir seferde anlamayacak kadar aptaldır ya bir şey söylediğinizde sizi dinlemeyecek kadar sizden nefret ediyordur veya tekrar şaşırmaya çalışacak kadar sizi çok seviyordur.
Minyonlar akıllı ve karşılarındakinin söylediğine değer veren yaratıklardı. Ama bunun bir kötü sonucu olarak sıkılıyorlardı işte. Makron önce uzay konusunda sahip olduğu bilgi birikimini aktardı. Minyon şaşırdı. Sonra rüzgarı anlattı, minyon şaşırdı. Sonra gökyüzünü anlattı minyon oldukça şaşırdı. Sonra yeryüzünü anlattı. Minyon eh dedi. Sonra konular tükenir gibi oldu.
Makron’un minyona anlatırken öğrendiği, daha doğrusu fark ettiği bir durum vardı. Ne olduğunu kendi kendine bile itiraf edemeyeceği bir şeydi öğrendiği. Öğrendiklerinden yola çıkarak minyonun giderek soğumakta olan şaşırma güdüsünü beslemeye başladı. Üstündeki mavinin uzaydan ve yakından nasıl göründüğünü anlattı. Sonra havadaki akımların, ki onlara rüzgar deniyor, onun mavisini nasıl gökyüzüne taşıdığını, oradan da aşağı ona getirdiğini anlattı. Rüzgarın onun mavisine yaptığı katkıları ve ondan aldıklarını anlattı. Sonra yeryüzünde böylesine güzel bir mavinin olup olamayacağını anlattı seçtiği en güzel kelimelerle.
Minyon aldıklarından son derecede mutluydu. Evet bunların hepsi de onu şaşırtmıştı, içeriğini çok düşünmeden.
Makron minyonlar hakkında bir şey daha öğrendi. Belki de bu onun öğrendiği son şeydi. Çok umursamazlardı. Karşılarındakinin ne demek istediğini çok da dikkate almıyorlardı.
“Ben seni çok sevdim” dedi makron. Ardından adeta buharlaştı ve minyonun aldığı nefesle bir oldu.
Hayatında bu kadar çok şaşırmamıştı minyon. Aldığı makron nefesle beraber iliklerine kadar titredi. O ana kadar olduğu her şeyden farklı bir minyon haline geldi. Aslında o ana kadar minyondu, o andan itibaren farklı biri, bir makron oldu.
Makron vereceği her şeyi, sevgisini verdikten sonra sessizce kalın duvarların arasında havaya karıştı.
Şimdi eski minyon, yeni makronun öğrenme zamanı başlıyordu. Ama o, içine birkaç nefeste aldığı siyah makronu hatırlamıyordu bile…