İnsanların yalnız olmadığı ve her zaman yanlarında kendileri gibi birilerinin olduğu savı, derin bir kendini kandırmacadır. Sonsuza dek yaşayacağız, hiç ölmeyeceğiz gibi. Yalnız kavramının etimolojik kökeninde “yalın” kelimesi vardır. Herkes beğense de beğenmese de bal gibi yalnızdır işte.
“O zaman bu etrafımızdakiler kim bu elini tuttuğum ne” sorusu gelir hep bunu söyleyenlere. Gilbert Becaud “Yalnızlık Yoktur” şarkısında “köpekler için mi yapıldı bu kadar kulüpler” diye sorsa da orası yalnızlığın giderildiği değil, birilerine emanet bırakıldığı rehincilerdir aslında. Bir rehinciye gidersiniz ve o an daha çok ihtiyacınız olan bir şey için o an çok da ihtiyacınız olmayan bir şeyi bırakırsınız. İşte Gilbert Becaud zamanının kulüpleri, bu zamanların Tinder gibi sosyal medya uygulamalarının varlık amaçları bu rehinciler olmaktır.
İnsanlar bu uygulamayı indirip biraz çekingen bir biçimde bu rehinciden içeri girerler. Amaç yalnızlıklarını rehin bırakıp birilerini alabilmektir oradan. Bazen birilerini oradan alabilmek için yalnızlıkları yetmez, onun yanında gururlarının bir parçasını, sahip oldukları değerleri, hayatlarının bir parçasını da vermeleri gerekebilir.
Yalnızlığın evreleri vardır: Birinci evre inkardır. İnsanlar yalnız olmadıklarını düşünürler ve etraflarındaki her birey ve eşyanın yalnızlıklarını aldığını söylerler. Telefonundaki oyun, veri transferi sonucunda karşısına çıkan bir takma isim, saatler sonra cevap verilen bir mesaj onların yalnızlığını alan çıktılardır. Aslında baz istasyonlarından geçen sinyaller kadar soğuktur orada gördükleri ve yazıştıkları takma isimler. Aslında kendi kıçını yalayarak günün büyük bir bölümünü uyuyarak geçiren bir hayvandır kedi. Aslında birinin yalnızlığından kurtulma ve birileri tarafından beğenilme umuduyla yazdıklarıdır o kitaplar. Ama bu ilk evre yalnızlık böbreklere vuruncaya kadar geçen bir inkar sürecinden başka bir şey değildir.
Sonra kızgınlık ve öfke gelir. Beraberken dahi yalnız olduğunu düşündürten yanındaki insandan başlar bu öfke ve yalnızlığa neden olan faktörlerin yedi göbek sülalesine sövmeye kadar gider.
Sonra belki de yalnızlığın en patetik kısmı, pazarlık başlar. Yalnızlıktan kurtulmak için kendiyle, dünyayla ve hatta bizzat yalnızlık kavramının kendisiyle pazarlık etmeye başlar insan. Haydi şununla birlikte olmak için olmadığım bir insan kılığına gireyim der, asla yapmayacağım şeyleri yapayım der, yapmak istemediği şeyleri kabullenmeye başlar.
Yalnızlığın bununla giderilemediğinin anlaşıldığı durumda ise depresyon başlar. Depresyon, çaresizliğin dışa vurumudur aslında. Bir noktaya kadar her şeyi yapabileceğini düşünen bir kişinin yüzüne gerçekleri kabullen(e)meme safhasıdır. Maratonu bitireceğinden emin olan bir kişinin son üç kilometrede ayaklarını saran sancının, kesilen nefesinin, vücudunu saran ateşin ve kalp ağrısının yarattığı birkaç saniyelik çaresizliğin uzun zamana yayılmış halidir. Sancı, nefes kesilmesi, vücudu saran ateş ve kalp ağrısının günlere aylara yayıldığını düşünün. İşte ona ben depresyon diyorum. Doktorların muhtemelen farklı teknik terimlerle süslü depresyon tanımları vardır.
Ve en sonunda kabullenme evresi başlar. İnsan yalnız olduğunun bilincine varır ve bunu olduğu gibi kabullenerek yalnızlık konusunda yazılar yazmaya başlar.
Okumuş yazmış insanlar bu evrelerin aslında yas tutma evreleri olduğunu hemen hatırlayacaktır. Evet yas tutan insanların bu evrelerden geçtiği söylenir hep.
Ama yalnızlığın bir çeşit kalıcı yas tutmak olmadığını söyleyecek bilimsel araştırmalar var mı ki etrafımızda?