Kategori: Manşet

  • Yapay zekaya tapan keynote fütüristlere dair…

    Yapay zekaya tapan keynote fütüristlere dair…

    Keynote speaker diye bir kavram var. Belli başlı bazı abiler ve ablalar, vizite başına belli ciddi ücretler kesip belli korularda havalı konuşmalar yapıyorlar. Yapay zeka, endüstri 4.0, sosyal pazarlama gibi çok havalı ama içi boş kavramları o salondan çıktıktan sonra hatırlamayacak, aklına gelip de Google’dan aramayacak insanlara anlatıyorlar.

    Toplum çok acayip. Ülkede internet değişim noktası yok, ülkede fiber yok, ülkede öğrencilere verebileceğiniz bilgisayarı yapacak firma yok, ülkede Türk baz istasyonu kullanmak isteyen firma yok, ülkede internet ansiklopedisi yok, bilişim öğretmenlerine ders saati yok ama bizim keynote’lar hep yapaydalar hep zekadalar. Bir şeyin sonuna 4.0 gibi 4.5 gibi rakamlar konunca onları havalı sananlar için İngilizce kelimelere takılar getirip teknik konuştuk izlenimi uyandırıyor ve para kazanıyorlar.

    Ülkemde hangi köşeyi dönseniz bir TED etkinliği var, kalabalıkta elinizi sallasanız bir TED konuşmacısına takılıyor. Ama takılmadan 4’ten 12’ye kadar İngilizce sayamıyoruz. Kürk Mantolu Madonna’yı “La Isla Bonita” şarkısıyla tanıyor ama Yul Bryner bilmeden WestWorld seyredip yapay zeka üstüne fütürist fikirlerimizi fışkırtıyoruz.

    Twitter’a Hashtag kullanmadan yazacak 200 karakterlik izlenebilir bir fikrimiz yok ama Instagram’da üç kameralı telefonlarla çekilmiş filtreli fotoğraflarla trendler yaratıyoruz.

    Fütürizm mi istiyorsunuz? Alın size mevcut verilerden çıkardığım birkaç tanesini vereyim. Çok havalı değiller. Sunum için üstüne koyacağımız stok fotoğrafları da yok. Ama geleceğe dairler işte. Yemin etsem başım ağrımaz:

    • Şirketler yakın zamanda “biz ne malmışız, bunlara niye para veriyoruz” diyecekler
    • İzleyiciler bir vadede kendilerine anlatılanların bulunduğu Google aramalarını keşfedecekler
    • Yapay zekanın aslında ancak kendilerini kodlayanlar kadar akıllı olduğunu, bu kodlamaların içnde dünyayı le geçirecek “If humanity fucks up Then fuck the World” satırının bulunmadığını anlayacaklar.
    • Önlerine getirilen insansı robotların insansı olmasının gerekmediğinin farkına varacaklar. Robotlara konan burun ve kaşların aslında birer pazarlama hilesi olduğunu keşfedecekler.
    • Bir haftada seyredilmeye çalışılan 9 sezonluk dizinin bir güzel yazarın romanının bir bölümü etmediğini anlayacaklar.
    • Gerçek fütürizmin Amerikan donanım sitelerinden değil H. G. Wells’ten beslendiğinin farkına varacaklar.
    • George Orwell’in bir sözünü hatırlatayım belki Keynote’lardan biri bunu br sunumda kullanır: Gazetecilik, birilerinin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır; gerisi halkla ilişkilerdir. Geceleri eğlenmeli, hafta sonlarında otelde kalmalı basın toplantılarına giden teknoloji yazan gazetecilerin birinin bile oradan onları çağıran şirketleri rahatsız edebilecek tek bir satır yazmaması çağrıştırdı bana bu sözü. Böyle devam edecek bu durum. Bu da son ama çok bariz fütürist madde olsun.
  • Westworld’ün orijinali “boru” değildir

    Westworld’ün orijinali “boru” değildir

    Şu anda televizyonda oynamakta olan Westworld dizisi ve orijinali kesinlikle öyle bir çırpıda yiyip bitirebileceğiniz bir sabun köpüğü değildir. Özellikle orijinali bilim kurgu dünyasına çok ciddi katkılarda bulunmuştur. Size hızlıca birkaç tanesini benim yorumlarımla vereyim…

    (daha&helliip;)

  • Mualla’ya ruhunda hicranı çapkınlık için söyletmezsiniz

    Mualla’ya ruhunda hicranı çapkınlık için söyletmezsiniz

    Bir mekandayız. Ortama girince yaş ortalamasını bir puan yükseltiyorum o derece gençler var ortamda. Ortamda DJ coşturmak için Türkçe çalıyor. Ama orası özel bir mekanmış çıstak müzik yok. Nostaljik çalıyorlar. Nostaljik dedikleri de 1990’lar. Bu bana kendimi daha yaşlı hissettiriyor.

    1990’ların başına döndükçe gençler vaaoov gibi sisler çıkararak ne kadar mutlu olduklarını belirtiyorlar DJ’e. Arada Levent Yüksel’in az nitelikli sesiyle Orhan Veli’nin Dedikodu şiirini seslendirdiği şarkı çalıyorlar. Gençler Orhan Veli’nin müstehzi kıtalarını kikirdeyerek bağıra çağıra söylüyorlar (Orhan Veli o yüzden bestelenmemeli, olmuyor işte)…

    Arada Levent Yüksel şarkıya renk katıp şarkıyı durduruyor ve hani o Mualla’yı sandala atıp ruhumda hicranı söyletme hikayesi diyor. Aman gençler bir kikirdiyorlar bir gülüşüyorlar. Belli ki kafalarında sekse yakın bir algı resmi çıkıyor.

    Oysa beyler bayanlar bilmiyorlar ki bu şarkı Üzgünüm Leyla olarak da bilinen şarkı Sadeddin Kaynak’ın muhteşem Segah makamı bestesi ve Vecdi Bingöl’ün sözlerinden oluşan bir efkar şarkısıdır. Bir adam bir kadından bir sandalda ruhundaki hicranı söylemesini istiyorsa onunla sevişmek değildir niyeti.

    Gidin Orhan Veli’nin İstanbul’u dinlediği Aşiyan’a… Oturun heykelinin yanına. Bağıra bağıra söyleyin ya da söyletin birine bir şarkıyı. Bakalım kikirdeyecek bir şey bulabilecek misiniz içinde…

    En neşeli şiiri Bugün de Akşam Oldu olan Vecdi Bingöl’ün şarkılarını şiirinde geçiren Orhan Veli… Sadece 1940’ların değil bugünün de çok az anlaşılabilen bir şairi…

  • Korku filmleri ahlakçı mı ahlaksız mı?

    Korku filmleri ahlakçı mı ahlaksız mı?

    Korku filmlerinin sinema ya kattığı ve ondan aldığı çok şey var. Ben yaş itibarıyla daha çok korku filminin çekildiği, sinema ve videoya aktarıldığı zamanlara denk geldim. Meraklıydım da, neredeyse hiç açık bırakmayacak kadar çok korku filmi seyrettim.

    Korku filmlerinin her şeyini bir kenara bırakalım, o ahlaksız tarafı beni çok sinirlendiriyor. Hayır o ahlaksız taraf derken memeleri gözüken kadınları ve minik minik her filme giren sevişme sahnelerini kastetmiyorum. Bizim zorla burnumuzdan içeri ittikleri şeyi anlatmaya çalışıyorum.

    Korku filmlerini dikkatle seyredin ve göreceksiniz ki toplumun genel ahlak yapısına karşı gelenler ilk önce ölenlerdir. İlk sevişen, ilk içki içen, ilk uyuşturucu alan… Kötü adamlar kendi içlerinde öylesi bir yüksek ahlaka sahiptirler ki bu adamları yaşatmazlar. Bir de önem sırasında önce bu “ahlaksızlara” dalarlar.

    Şimdi burada tartışmamız gereken önemli bir konu var:

    Sizce korku filmlerindeki bu canavarlar, ahlakı yaymak için mi ahlaksızları öncelikli ve garantili bir şekilde tepeler…

    Yoksa tam tersi korku filmi senarist ve yönetmenleri “ahlaksızları dövenleri” hep canavar ve kötü insan olarak gösterir de bu ahlakçılara karşı bir tepki yaratmayı mı hedefler…

    Bu noktada net bir cevabım yok…

  • Peyami Safa ve dostluğa “rağmen” doğrular

    Peyami Safa ve dostluğa “rağmen” doğrular

    Zor zamanlar yaşıyoruz kendini ifade etmek, doğru bildiklerini anlatmak ve farklı konuşmak için. Yazılacak yerler azaldı. Yazacak insanlar azaldı. Doğrunun ciddiyeti o kadar da kalmadı. PR dünyasında tanıtımı yapılmak istenen şeylerin dostluk filtresi kapsamında sizlere bir dostluk ve doğruluk hikayesi yazmak istedim. Herkes alırını alsın buradan…

    Peyami Safa. Türk edebiyat tarihine adını psikolojik roman yazarı olarak tanıtmış çok önemli bir şahsiyet. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile tanıyor ve biliyor onu adını bilenlerin büyük bir çoğunluğu.

    Nazım Hikmet. Ülkenin görüp görebileceği en önemli şairlerden biri. Onun adını bilmeyenler yazıyı okumayı hemen burada kesebilirler. Gerçekten üzülmem.

    Peyami bey ile Nazım beyin yolları edebiyat dünyasında kesişiyor. O yıllarda Safa, Cumhuriyet gazetesinde çalışıyor. Fakir bir çocukluğun altından belki de oh diyebileceği zamanlar bunlar. Bir af çıkıyor ülkede ve bu affa atfen Nazım Hikmet ülkeyle geliyor. Ülkesini ne kadar sevdiğini söylemeye gerek yok. Ama gelmesiyle birlikte tutuklanması da bir oluyor. Peyami Safa ilginç bir adam ve hemen o zamanki ülkenin genel gidişatına göğüs gererek gazeteye onun Yanardağ isimli şiirini koyuyor:

    Kesildi yanardağın şahdamarı! 
    Kara toprak altındaki ağlamaları: 
    fışkırıyor haykıran kan 
    rüzgârı şeklinde! 

    İsyanı dinleyiniz yanardağın ağzından! 

    Boğazından: 
    güneşleri kırmızı balonlar gibi fırlatıyor dumanlara! 
    Bir alev su halini vermiş ummanlara: 
    yanardağın yanan gönül kızıllığı! …

    Varsın otursun, isteyenler dört duvardan evinde! 
    Kartal kayalardan seyredelim biz
    kanayan gönüllerin
    göke vuran rengini! 

    Etimizi saran yünü parçalayarak çırılçıplak
    Yıkanalım çelik çubuklar gibi yanardağın alevinde
    Yıkanalım! 
    Yanalım! 

    Bu şiiri okuyan devlet yetkililerinin yürekleri ısınıyor ve Nazım’ı hemen hapisten çıkarıyor… Ne diyorsunuz siz yahu, burası o zaman da Türkiye. Cumhuriyet gazetesi bir yazı yayımlayarak Nazım Hikmet’in kesinlikle kendi görüşlerini yansıtmadığını dile getiren bir “açıklama” yayınlıyorlar. Peyami Safa da alın Cumhuriyet’inizi başınıza çalın diyerek gazeteden ayrılıyor.

    Aradan yıllar yıllar geçiyor. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu isimli romanı çıkıyor. Nazım Hikmet bu romanı okuyup çok etkileniyor. Şöyle bir yazı yazıyor romanla alakalı:

    Ben, Peyami’nin bu son romanını üç defa okudum. Otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım… Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, Çalıkuşu’na ağlayanların anlaması kabil değildir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, on bin, yüz bin, bir milyon satardı. Eğer ızdırabı, azabı ve neşeyi çoşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma ve yazma bilselerdi.

    İkisi beraber aynı gazetede, hatta o zamanın ağır solcu gazetelerinden Tan gazetesinin sayfalarında birlikte fikirler savundular. Ki o Tan gazetesi ismi, belki de o zamanki fikirlere zarar vermek için 12 Eylül sonrasında çıplak kadın resmi yayımlayan bir yayına verildi. Sakın ola ki aynı gazete sayılmasın…

    Ancak Peyami Safa ile Nazım Hikmet arasında ciddi bir fikir ayrılığı vardı: Nazım Hikmet komünizmi savunan sol görüşlü biriydi. Peyami Safa ise hiçbir zaman o tarafa yakın olmadı, olamadı. Birbiri için gönüllü olarak işinden olan, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş, doğru bildikleri hayat görüşü yüzünden karşı karşıya geldiler. Görüşlerinden ikisi de ödün vermedi. Her ikisi de kalem üstadı olduğu için seyirlik bir tartışma yaşayarak neredeyse düşman oldular.

    Kader birliği yaptılar. Belli ki birbirlerini çok sevdiler. Ama görüşler ve fikirlerini bu dostluğa rağmen terk etmediler. Fikirler kaldı dostluklar gitti.

    Cingöz Recai filmi ile dahi tartışılmayan Peyami Safa’yı size farklı bir tarih ile anlatmak istedim…

  • “Atlet”ik itibar yönetimi

    “Atlet”ik itibar yönetimi

    İtibar yönetimi ip cambazlığı gibidir: Ne kadar yüksekte olursanız o kadar tehlikelidir. Elinize aldığınız çubukla kimseye vuramaz, kimseyi de dürtemezsiniz. Ama o çubuk olmazsa düşer ölürsünüz. Herkesin gözü sizdedir. Yapmanız gereken tek şey ileri gitmektir ki zaten geri gitmek neredeyse imkansızdır. Orada sadece yapmanız gereken işi yapmaz, işin içine başka varyeteler katmaya çalışırsanız ölürsünüz. Aşağıya bakarsanız düşüp ölürsünüz, gözünüzü hep ileri dikmeniz gerekir. Belli bir seviyede değil, işinizin her anında tetikte ve konsantre olmalısınız.

    Siyasi itibar yönetimi daha enteresan, daha zor bir meslektir. Çünkü bir yandan sizi seven insanlara güzel gözükmeli ve sizden bahsetmelerini sağlamalı, bir yandan sizi sevmeyen insanları kendi tarafınıza çekmek için onlara yönelik adımlar atmalı, diğer taraftan da mümkün olduğunca sizi o anda tutmayanların sizin hakkınızda kötü konuşmalarını engellemek zorunda kalırsınız.

    İktidar sahipleri için itibar yönetimi göreli olarak daha basit bir düzlemde oynanan bir oyundur. Çünkü oraya geldilerse mantık olarak sevenleri çoktur. Orada oldukları sürece onlara yaranmak isteyen insanların sayısı diğer siyasetçilere göre daha fazladır. Bulundukları konum itibarıyla sözleri daha çok dinlenir ve kendilerini ifade edecek araçları daha fazladır. Hata yapmaları durumunda bu saydığım sebepler yüzünden ona avukatlık yapacak kitle daha geniştir.

    Oysa özellikle muhalefet için iş çok daha zordur: Öncelikle daha fazla sayıda insan sizi eleştirir. Size yandaş olanlarda dahi birinci olamadığınız için bir başarısızlık algısı vardır üstünüzden atmanız gereken… Daha az iletişim imkanıyla daha çok şey söylemek ve yapmak durumundasınızdır.

    CHP bu konuda ciddi ve önemli adımlar attı. Adalet Yürüyüşü adını verdiği bir etkinlik gerçekten de ülkede iktidarın bile zaman zaman ulaşamadığı dinlenme ve izlenme oranına ulaştı. Bu noktaya kadar sorun yok.

    Ne var ki sonrasında devam iletişimi olarak tanımladığımız ses yükseltme konusunda ciddi sorunlar çıktı. Devam iletişimi olarak etkinliğin nasıl geçtiğini biraz geç de olsa anlatacak resimlerde parti liderinin atletle yemek yiyen resmi, biraz da iktidar sahiplerinin karşı iletişimiyle zarar veren bir konuma geldi.

    Adalet yürüyüşünde temel mesajlardan biri elbette adaletti. Ancak ikinci aşamada mutlaka zorlu yürüyüş gelmeliydi ve üstüne basa basa da vurgulanmalıydı. O sıcak, o uzun yol, o emek… Bunu nasıl verirsiniz? CHP bu konuda atletli bir resmi seçti.

    İtibar yönetiminde temel kural, iletişimin her alanında tutarlı olmaktır. Siz; her gün gazete ve televizyonlara ceket ve kravatıyla çıkan, devlet tedrisatından geçme, yürüyüşlerde bile ceketini zorla çıkıp, spor ayakkabısı giyen birinin itibarını yönetiyorsunuz. Hangi sebep ve şart altında bu imajı yıkıp sözcünüzü olduğundan bambaşka, hiç alışılmadık bir haliyle göstermek istersiniz ki? Bu iletişiminize ne kazandırır?

    Atletle çekilmiş bir resmin adalet ya da zorlu yürüyüş kavramına pozitif bir etkisi var mı? Ben bulmakta zorlanıyorum. Ha bunu bazı iktidar mensuplarının söylediği gibi çirkin buluyor muyum? Kesinlikle hayır.

    Özellikle fikirlerini dinlemek ve peşinden gitmek istediğim insanların fiziksel özelliklerini takip etmem. Çoğunlukla gazeteden okurum onları ya da radyoda dinlerim. Televizyona çıktığında detaylı incelemede yaparım. Böylesi kurumsallık dışı kıyafetler onun bendeki imajı üstüne yerleşirse her sesini duyduğumda karşımda ceket kravatlı bir insan görmek yerine atletli birini görürsem benim için de onlar için de süper olmaz.

  • Bireyselliğin üstü kapalı sansürü

    Bireyselliğin üstü kapalı sansürü

    Doğan Grubu, televizyonlarında çalışan İrfan Değirmenci’nin işten çıkarılmasıyla ilgili bir açıklama yaparak bunu savundu. Doğan Yayın İlkeleri Kurulu Başkan Vekili Volkan Vural, yaptığı açıklamada aslında internet ve sosyal medyanın kurum tarafından çok da olması gerektiği gibi benimsenemediğini bize çok iyi anlatan vurgula yaptı.

    Doğan Yayın İlkeleri‘ni bu sayfalardan okuyabilir ve kendi çıkarımlarınızı yapabilirsiniz. Ama ben size şunu söyleyeyim: Bir insanı işinden atmak, yaptıkları açıklamadaki her tür tutarsızlığın dışında kendi ilkelerinin dördüncü maddesi; tarafsızlık, çoğulculuk ve hakkaniyet ile sekizinci maddesi kurumsal saygınlıkla çelişiyor.

    Neden mi? Açalım: Çünkü sosyal medya herkesin sandığı gibi bir hava atma, kendini satma, birilerinin gözüne girmek ya da kız tavlamak için olmadığı gibi davranma alanı değildir. SOsyal medya aslında bireyin kişisel ifade ortamıdır. İnsan hayata gelip ilk aldığı nefesinin ciğerlerini yaktığı andan itibaren başlayan ağlamasıyla kendini ifade etmeye başlar. Sürekli öğrenir ve bu öğrendikleriyle kendine yaşamsal bir yol çizer. Öyle ya da böyle, ileri ya da geri gelişir. Bunların sonucunda sürü içinde bir kuzu olmaktan çıkar ve birey haline dönüşür. O birey kendini ifade etme ihtiyacı duyar ki tarihi boyunca insan için çok önemli bir şey olmuştur bu.

    Siz bir insanla arkadaş olursunuz, sevgili olursunuz, karı koca olursunuz. O insanla beraber olduğunuz anlarda bu birlikteliği sürdürmek için ondan bir takım taleplerde bulunur ona karşı bir takım ödünler verirsiniz. Mesela evliyseniz evinize olan bağlılığınız, sevgiliyseniz ona göstermek durumunda olduğunuz aşkınız… Eğer beraber bir iş yerinde çalışıyorsanız toplu düzene uymak için size gösterilen kurallar, oturup kalkma adabı, işe geliş gidiş saatleri, iş yapış şekilleri.

    Ancak evli bir insan gece yattığında ne rüya göreceğini kendi bilir. Karısı onun rüyalarına karışamaz. Sevgililer evlerine gittiklerinde annelerine göstereceği sevgi ilişkinin diğer tarafındaki insanı bağlamaz. Ve aynı şekilde bir iş yerinde çalışan ve oranın kurallarına uyan bir kişi evine gidip perdelerini kapattığında ne düşüneceğine, kimi sevip kimi sevmeyeceğine kendi karar verir.

    Siz anlasanız da anlamasanız da, kabul etseniz de etmeseniz de sosyal medya; evinize gidip perdeleri çektiğiniz andır. Kişisel varoluşun ifadesi, bireyselliğin göstergesidir. İster maç tartışır, ister ekonomi yorumlar ister kafasındaki siyasi düzeni anlatır.

    İşte Doğan Grubu bu noktayı ciddi bir biçimde kaçırıyor. Kaçırmakla da kalmıyor, aldığı bu yanlış kararı, yanlış argümanlarla destekleme telaşına giriyor. Nasıl mı? Eğer siz bir yorumcu veya yazarsanız sosyal medyada bireysel ifade özgürlüklerinizi kullanabiliyorsunuz. Eğer gazete sayfasının sağ ya da sol köşesinde bir yeriniz varsa ne mutlu size. İstediğinizi söyleyebilir, istediğiniz yere sallayabilirsiniz. Ama o gazeteyi çıkaran işçiyseniz bu, sizin için imkansız hale geliyor.

    Doğan Grubu yazısında üstü kapalı olarak İrfan Değirmenci’yi eleştiriyor. Yayın ilkelerini ihlal etmekle, kışkırtıcı ve kutuplatırıcı olmakla suçluyor. Oysa Değirmenci’nin yazdıkları bugün gibi herkesin beynindedir. 9 maddeyle niye hayır diyeceğini anlatıyor adam. Kimseye sen benim dediğim oyu vermezsen teröristsin demiyor, kimseye bağırıp çağırmıyor. Aksine bugün herkesin yapması gereken şeyi yaparak kendi sebep ve sonuçlarını açıklıyor. Bunların da kendi doğruları olduğunun altını kalın çizgilerle çiziyor.

    Değirmenci’nin ekran yüzü ya da matbaa işçisi olması durumu değiştirmeyecek. Çünkü ekranda ara ara devreye girip evet diyenler konusunda fikirlerini dile mi getiriyor? Hayır haberlerini sunarken ayağa kalkıp alkış mı tutuyor? Geçelim bunları. Siz ekran yüzlerinizin haberlere verdiği tepkilerin tamamını ölçüyor musunuz? Bu adamın yaptığı sadece kendini dürüstçe ifade edip ne olduğunu saklamayı, iki yüzlü olmayı bırakmak…

    Peki Değirmenci’nin yerine koyduğunuz kişinin Twitter karnesi daha Doğan Grubu Yayın İlkeleri taraftarı? Hayır ben biliyorum. Onunla bizzat yazıştığım, tanıştığım için biliyorum. Onu eleştirmek için de söylemiyorum bunu, şimdiye kadar yazdıklarımdan buraya kadar gelebildiyseniz bunu anlayacak zeka kapasitesi ve okuma gücüne sahip olduğunu varsayıyorum.

    Ama Değirmenci’nin yerine gelen kişinin konuşma geçmişini silerek Twitter varlığını kapatması sizleri ikna mı ediyor? Bence diğer tarafın dürüstlüğü karşısında maça 2-0 yenik başlıyor. O, “ben fikirlerimi beyan etmekten korkarım, ekran yüzü olmak için kendi doğrularımı gizlemeyi yeğlerim” diyor büyük harflerle. Ama bazıları bunu okuyamıyor. Yazının başındaki benzeştirmelere dönecek olursak o gece yattığı zaman rüya görmüyor, kız arkadaşı kızar diye annesini sevgiyle öpmüyor ve yatağına iş yerindeki kravatını çıkarmadan, büyük bir kurumsallık içinde giriyor. (Bu onun kötü bir insan yapmaz, toplum baskılarına göğüs geremeyen biri yapar sadece)

    Doğan Grubu yanlış yaptı. Bence Volkan Vural ağzından açıklama yaparak bu yanlışını geri dönülmez bir biçimde perçinledi.

    Şu anda birilerine ne düşünmesi gerektiğini dikte eden Orta Amerika liderleri, darbelerden sonra gazetelere gelerek yazılan haberleri makaslayan albaylar ve sosyal medyada ne yazması e yazmaması gerektiğini söyleyenler arasındaki çizgiyi bulamıyorum.

    Belki benim yetersizliğimdir. Bulanla tartışmak isterim.

  • Empati yoksunluğundan ölmek

    Empati yoksunluğundan ölmek

    Havasızlıktan ölmek ve susuzyktan ölmek gelir insanların aklına genellikle. Ölünen bazı yoksunluklar vardır. Empati bunlardan değildir belki. Ama olmalıdır.

    Ben olayı bir başka boyuta, sosyal medya tarafına getireceğim.

    Kötü ve çirkinliklerle dolu bir maçın birinci yarısında kendimi iyi bildiğimden gerçekten önemli ve bağlayıcı bir karar aldım: Facebook ortamına iki gün boyunca yazma dedim kendi kendime. Ama bunu kendi kendime söylemem çok da bir şey ifade etmiyordu. O yüzden bunu bir de Facebook ortamına söylemek istedim. Bağlayıcılığı olmalıydı. Orada yazarsam utanmalıydım kendimden ve oradaki arkadaşlarımdan…

    İlk yarısı çirkin geçen bir maç, gerçekten de ikinci yarıda düzelemezdi. En az ilk yarıdaki kadar çirkinliklerle bezeli olarak devam etti ve bitti. Bir takım için herkes için çirkin bir maçtı. Seyircisinden yorumcusuna hakeminden futbolcusuna kadar çirkindi. Tutacak tarafı olmadığı için teker teker aha şu çirkindi bu güzel diye anlatmak istemiyşorum.

    Yıllar sonra okunduğunda da anlaşılabilmesi için bu notları düşmekte yarar gördüm. Yoksa maç filan anlatacağım yok.

    Şimdi gelelim empati eksikliğinin yarattığı veya yaratması gereken yoksunluğa…

    Maç sonrası muhabbetler güzeldir. Yenen için de yenilen için de… Kendi içinde bir itiş kakış yaşanır daima. İnsanların birbirine takılması güzeldir. İnsanların birbirine takılması sırasında neşeli anlar da yaşanır hafif hüzünlü ve asabiyet yaratan anlar da… Sorun değil geçer gider. Maçtan çok bu anlardadır heyecan.

    Ancak empati yoksunuysanız aynı zamanda zeka kısırlığı da yaratır bu… İnsanlar zekice şeyler söyleyip karşıdakini kızdırmaya çalışmak yerine ana avrat giderler. Onun oyuncusu şöyle bunun oyuncusu böyle, bu takım şöyle hatta bunun tutanlar şöyle böyle şeklinde girerler muhabbete.

    Aptallıktır bu. Ayılıktır. Bunu evinde yalnız ve donunla otururken yapmanda hiçbir sorun yoktur. Ama bunu sosyal medyada yaptığın zaman herkese gösterirsin ne kadar düşünce özürlü olduğunu. Aynı zamanda ne kadar impati yoksunu olduğunu da gösterirsin. Okul arkadaşların, mahalle arkadaşların, iş arkadaşların, arkadaşlarının arkadaşları ya da başka alanlarda fikirlerine saygı duyduğun insanları ne kadar kırdığını düşünmezsin.

    Bu politik bir konu olsa tamam diyelim herkesin kendini kendi açısından ifade etme phakkı var kimse kimseyi kıracak diye kendi fikirlerini ifade etmekten uzak kalmamalı. Ama bu boktan br spor karşılaşmasının içinde yaşanan bir şey. Bunun için insanları kırmaya ve kendine karşı cephe aldırmaya değer mi? Yani… Zekadan zekaya değişir bu…

    Bu işin bir de diğer tarafı, kartopu etkisi var. Sen bunu yaparsın, adam bu lafın altında kalmaz ve o da seni rencide eder. Pinpon gibi gidip gelirken bir de bakarsınız ki geri dönülmez noktayı 345 kilometre geçmişsiniz. Maçta kim haklı kim haksız konusunu tartışırken böyle bir yere gelirsiniz işte.

    O yüztden ben farkettim ki iki gün yazmamak iyi. Yetmez ama evet. Yeterli olan tarafı iki gün boyunca Facebook’u da kapatmak. Çünkü açık olursa iyi sandığın adamların ne kadar çirkinleştiğini görüyorsun. Geriye belki de yaşayacak şey kalmıyor.

    Bu arada son olarak söyleyeyim neden facebook facebook diyorum da Twitter’ı filan cümle içinde kullanmıyorum diye: Çünkü Facebook sizin seçtiğiniz ve sizi seçen insanlardan oluşur. Bunlar senin sosyal medyada sahip olabileceğin en yakın tanıdıklarındır. O yüzden bu ortamda yapılan ayılıklar daha yaralayıcı ve çirkin olur.

    Bunu yapanlara ayılık aptallık filan diyorum da… Alının. Sizi kastediyorum.

  • Siz byte israfı yaratan karbon israfısınız

    Siz byte israfı yaratan karbon israfısınız

    Beklemeye tahammülünüz yok. Okumaya vaktiniz yok. Anlamak için üstünde vakit geçirmeye enerjiniz yok. Bu da sizi galeri haberciliğine doğru itiyor. Siz artık gözlerinizle değil sağ işaret parmağınızın farenin sağ tuşu üstünde yaptığı tıklamalarla hayatı anlamaya çalışıyorsunuz.

    Size bunu yapanlar çok keyifli. Çünkü onlar aslında iki satır olması gereken bir haberi haber dahi yazmadan size 30 kadar sayfada okutuyorlar. Haberi yazmak için enerji vermek yerine bir yerden toplu olarak buldukları fotoğrafları üst üste  yığıp önünüze diziyorlar. Verdikleri emek, geçmiş zamanlarda ortalama bir gazetecinin verdiği emeğin neredeyse onda biri kadar. Ancak eskilere kıyasla neredeyse on kat daha fazla okunuyorlar.

    Siz buna müstahaksınız. Çünkü zaten daha iyisini istemiyorsunuz. Aynı denizlerin altını üstüne getirirken akvaryuma konduğunda artık hareket edecek hali kalmamış, bir kova balık için taklalar atan sözde katil balinalar gibisiniz. Fecisiniz aslında çok fecisiniz. Hem tehlikelisiniz hem tehlikedesiniz.

    Size vaat edilen bir bir bilgi kırıntısını bulmak için umarsızca sağ işaret parmağı kalarınızı çalıştırıyor, beyninizi mümkün olduğunca bilgiden uzak tutmaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden de beyin hücrelerinizi beslemesi gereken vücut içi glukoz mide kaslarınıza ekstra santimler olarak gidiyor. Arada kimsenin görmediği bir şeyi görüp bunu sosyal medya ortamında sizi daha zeki sanacağını sandığınız insanlarla paylaşmak için ölüyorsunuz. Muhtemelen bir sonraki galeriye geçmeye karar verdiğinizde  bu galeride gördüklerinizin yarısını unutmuş olacaksınız. Diğer galeriye geçtiğinizde o kadar aptallaşmış olacaksınız ki ilk galeride gördüklerinizi hatırlamayacaksınız bile ve hepsini yeniden görmeye başlayacaksınız belki de.

    Bir süre sonra kesinlikle aptallaşacaksınız bunun kaçarı yok. Çünkü insan zekası çalıştıkça yaşıyor. Çalışmadığı zaman aynı evinizin önünde çürümeye bırakılmış araba gibi benzini de olsa sıfır kilometre de olsa çalışmaz hale geliyor. Ona ilk hareketi verecek aküsü bitiyor. Bir süre sonra bunları daha çok sevmeye başlayacaksınız. Bir süre sonra tek tip diziler daha mantıklı ve eğlenceli gelmeye başlayacak size. Ama ne yalan söyleyeyim diğerlerine göre daha az bilirken daha mutlu bir hayat süreceksiniz. İnsanlık ve zeka ile mutluluğu takas edeceksiniz.

    Bu arada sizin tıkladığınız her galeri sayfasındaki resim bir fikir adamıyla bir gazetecinin saatlerce uğraştığı bilgiden para çalıyor olacak. Sizin galeri tıklarınızla uzaya giden galericilerin okunma oranlarının yanında esamesi bile okunmayacak fikir vermeye çalışanların sayfa görüntülenme oranları… Siz sadece kendi beyin hücrelerinizi değil beyin hücrelerinizi yaşatmaya çalışanları da öldüreceksiniz. Kurşun değil atom bombası atacaksınız bilgi denen geni alana ki siz de dahil herkes bundan etkilensin.

    Siz utanmadan bunu yapmaya devam edeceksiniz, durmayacaksınız bunu biliyorum. Siz internet ağzına kadar porno dolu olduğu halde 43. resimde buzlanmış meme resmine ulaşabilmek için hunharca tıklayacaksınız galeriyi. Yalan çıkacağını bile bile transfer haberinin 13. resmindeki yalana ulaşıp laf etmek için tıklayacaksınız bunları. Siz “öyle bir şey yaptı ki” denen adama salak diyebilmek için salakça 95. resimi görmek için kendinizi heba edeceksiniz.

    Tarih, eğer bir noktada insanlar akıllanıp normale dönerse sizi byte israfında bulunan karbon israfı olarak anacak.

    Eğer takıldığınız bir nokta olursa söyleyin bunu sizin için galeriyle anlatayım…

  • Ofiste kaka yapmak

    Ofiste kaka yapmak

    İnsanın kendine has ve kimseyle paylaşmadığı bazı konular vardır. Bunu ne büyüklerinize ne küçüklerinize ne hayat ortağınıza… En yakınlarınıza bile anlatamazsınız. Kaka yapmak da böyle bir şeydir. Hayatta bu kadar çok tekrarı olup da bu kadar saklanan pek az şey vardır.

    Ofiste kaka yapmak çok zor bir iştir. Bir kere çok paylaşımlı bir ortamdır. Herkesin girip çıktığı bir yere en değerli organlarından birini dayayıp böyle bir işe girmek iğrençtir.

    Varsayalım çok sıhhi bir ofisiniz var. Yine de çok kolay bir şey değildir. Sebeplerini sayalım:

    • Tuvaletler ofis ortamlarında yanlarında sadece ince suntadan separatörlerle ayrılmış mekanlardır. Dolayısıyla yanınızda birinin olması hep kaka yaparken biri elinizi tutacakmış izlenimi uyandırır. Genelde tuvalette elini yıkıyormuş gibi yapıp oyalanıp herkesin gitmesini bekleyip öyle tuvalete giren insanlar vardır.
    • Tuvalette kaka yaparken yalnız olmayı istemenin en önemli sebeplerinden biri de bu eylemin zaman zaman desibel yoğun bir uğraş olmasıdır. Ne bu sesin tonu ne de zamanı ayarlanabilir. Oradaki ses denizin üstündeki martılar kadar bağımsız ve özgürdür. Tuvaletten çıktığınızda “sen miydin lan o trombon” diyen olmasa da o imalı bakışlara katlanmaktansa herkesin gitmesini beklemek yeğdir.
    • Kurumsal tuvaletlerin en kötü taraflarından biri de çok para harcanmış ve her daim temiz olan yer fayanslarıdır. Bunlar parlak olurlar. Dolayısıyla ışığı ve geri kalan her şeyi yansıtma özelliğine sahiptirler. Yan kabinde sizinle aynı hizada ve motivasyonla oturan bir kişiyle uygun bakış açısı yüzünden göz göze gelebilirsiniz. Çok iğrenç bir durumdur. Bunun için yere kağıt havlu serenler biliyorum.
    • Yaşanan en çirkin şeylerden biri de insanın kaka yapma güçlüğü çektiği insandır. Eğer ortamda biri olsa o inlemeler ve ıkınmaların yarattığı yalvarmaya yakın sesler çok itici olur. Bu sesleri duyunca içerideki adamı tanımamak, çıktığında o adama saygısını kaybetmemek için çişini yapmadan tuvaletten kaçan, hatta işi bırakan adamlar tanıyorum.
    • Yan yana kaka yapmak yeterince kötüyken aralarında ast üst ilişkisinin olması en iğrenç durumdur. “Osman bey bugün inlettiniz ortalığı” denmez müdüre. Müdür de “seni inisiyatif alasın diye tuttuk ama daha kakana sözün geçmiyor” diyemez size. Böyle pis pis bakışamazsınız da… Gözlerinizi bir yere sabitlemek en iyisidir. Ben genelde suya bakarım. Sanki musluktan akan su, su değilmiş de hayatın anlamıymış gibi dikkatle bakarım. Çıktıktan sonra bir on dakika da müdürle göz göze gelmemeye çalışırım.
    • Ofiste bu işi yapacaksanız ilk yapacağınız şey telefonunuzun sesini kısmak olsun. Çevrede şöyle bir ses olsun ister misiniz: IııııOsman abi? Iııııbben seni… IIIIbi on dakika sonra arayayım mı? Yok abi mühim bir iş üstündeyim… Yok abi tabi senden mühim değil ama… Iıııııçıyorum abi. Hayır yanlış duymadın abi. Ben senin abi…”
    • Ofiste kaka yaparken en büyük kurtarıcınız sifondur. Sifon sesi önler, klozeti pir u pak tutar ki sizin çıkmanızı kapıda heyecanla bekleyen patronunuz yarattığınız gotik sanat eserinden faydalanmasın. Giderek azalan su kaynaklarını ve tasarrufu düşünmek için çok yanlış bir zamandır bu…

    Evinizde yapın. Gerçekten bak… Değmez bu kadar sıkıntıya…