admin

Kelebeğin Rüya Gibi Çocuğu

kelebegin ruyasiBundan seneler önce birkaç filmde gördüğümüz, ne enteresan tip dediğimiz bir çocuk belirdi Amerikan filmlerinde… Adı Brad Pitt’ti. Yakışıklı bir çocuktu. Yan rollerde biraz umarsız, çokça değişik bir tip olarak çıktı karşımıza. Ama sonra birden bire Bizi Ayıran Nehir filminde görünce onu, çok kahraman görünce çok tiksindik ondan. Sonra İhtiras Rüzgarları filminde seyredince artık onu her gördüğümüzde özellikle hayran hayran onu seyreden kızlar yüzünden nefret ettik ondan… Ben kendi adıma her çıktığında tefe koyup dalga geçebileceğimiz, sinemada daha ilk gösteriminde filmi seyrederken dalga geçeceğimiz bir karakter bulmanın haklı gururunu yaşıyordum.

Sonra birbiri ardına Se7en ve Twelve Monkeys geldi. Kendimden utandım. Hele o 12 Maymun’daki hastalıklı tip, bir insan hakkında ne kadar yanlış kararlar verilebilir, ne kadar yanılabilirsiniz ki sorularının çok açık cevabıydı. Sonrasında seyrettiğimiz Snatch ve Fight Club için söyleyecek söz zaten yok.

Dizi seyretmeyen bir insan olduğum için Kıvanc Tatlıtuğ’un genel olarak kariyeri konusunda hiçbir fikrim yoktu. 2005’te Gümüş diye bir dizide oynamaya başlamış. Sonra Amerikalılar Karadeniz’de gibi gereksiz bir film denemesi olmuşsa da hep hayatını ve tanınırlığını dizilerle götürmüş. Sonra Yılmaz Erdoğan Kelebeğin Rüyası filminde onu kullanmaya karar vermiş. Bunların hepsi bana çok yabancı… Ben onu “ne yakışıklı çocuk di mii” diyen yarı ergen kızlardan duydum. Doğal olarak gerildim. Çünkü pis sakal ve buğulu bakışlara sahip resimleri beni sinirlendirmeye yetti de arttı.

Ardından enteresan şeyler duymaya başladım Örneğin bir Azerbaycan gezisinde Azeri kızların onun için öldüğünü söylediler. Aynı şeyi Kazakistan’da da duyunca konuyu Türk dizilerinin emperyal bir biçimde dünyaya yayılması fenomenini düşünmeye başladım.

Ani bir kararla gittiğimiz Kelebeğin Rüyası filminin galasına girmeden önce acaba hangisi diye bakınıp durdum, ama öyle heybetli bir tipe rastlamadım. Açıkçası Yılmaz Erdoğan’ın böylesine duygusal bir film için onu seçmesi de biraz gerdi beni ama sesimi çıkarmadım ve bunları kendime sakladım. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü filmde O heybetli adam; tıfıl, veremli, tırnaklarını yiyen, ezik ve şair ruhlu bir adam olarak çıktı karşımıza. Olağanüstü derecede gerçekti. Olacak iş değildi. Filmin sonuna kadar “aha lan işte” diye bağıracak bir açığını kolladım. Ama dev gibi bir performans sergiledi. Akıllara zarar bir oyun çıkardı. Benim için ikinci Brad Pitt vakasıdır bu.

Filme gelecek olursak… Gerçek bir hikaye, geçmiş zamandan hepimizin adını bildiğimiz bir şairin etrafında gölgede kalmış insanlara dair bir film. Dörtte üçü çok gerçekçi, dörtte biri altı pastan kaleciyle karşı karşıya kaçan gol hissi uyandırıyor insanda… Keşke diyorsunuz ama kelimeler düğümleniyor boğazınızda. Birçok yeri o kadar güzel ki gözden kaçanları unutturuyor. Hikayenin başlangıcındaki ve ortasındaki Zonguldak Madenleri sahnesi gerçekten seyirlik. Erdoğan bunları ayrı bir klip olarak çıkarsa muhtemelen seyir rekorları kırardı. Arabalarından çarşı pazarına kadar dolu dolu bir gerçekçilik sarıyor dört yanınızı…

Yılmaz Erdoğan’ın şiire olan yakınlığı bir yandan filme konusunu veriyorsa da bazen şiirle büyülemek isterken filmin gerçekliğinden koparıyor insanı. Malkoçoğlu’nun kolunda saat görmek gibi. Diyaloglar ustaca; ama yönetmen ve senarist Erdoğan şair Erdoğan’ın hava atma isteğine kurban gitmiş gibi duruyor zaman zaman… Sanki biraz daha az kassa kendini, çok daha iyi olurmuş gibi geldi. Bu benim film izleme gerçekliğim. Ülkede bunu beğenecek birçok insan vardır.

Filmin diğer rolleri üstünde konuşmaya değer… Mesela Tatlıtuğ’un kankası Rüştü Onur’u oynayan Mert Fırat zaman zaman büyük oynuyor. Filmde esas kızın babası rolünü oynayan Ahmet Mümtaz Taylan… Müthiş bir rol çıkarıyor. Zonguldak’ta maden sahibi zengin ve kızını düşünen bir baba… Hulusi Kentmen ya da Nubar Terziyan babacanlığında değil, ama kızının aşkını satın almaya çalışan kötü kalpli bir baba da değil. Sadece bir baba. Sert bir baba. Belki baba olunca insan böylesi filmlere daha değişik bakıyor. Bence inanılmaz bir rol çıkarmış. Demememiz lazım ama onun oyunu beni yaptığı her şeye ikna ettim. Fİlmden çıkarken gördüğüm herkese “adam haklı beyler” demek zorunda kaldım.

Filmin esas kızına gelince… 1983 doğumlu bir kızımız Belçim Bilgin… Bunun gerçek değil film olduğunu hatırlatıyor bize… Olmamış kelimesini bu filmin bir yerlerinde kullanma imkanı sağlıyor. Ah be Yılmaz Erdoğan… Ah be güzel kız oynatma sevdası. Ah be “30 yaşındaki kızı liseli kız diye yutturabiliriz belki” aşkı. Filmin bir yerinde bir arakter diğerine o kızın senden ne kadar küçük olduğunu bilmiyor musun diye soruyor. Yok değil ki? Üstündeki lise üniforması onu küçültmüyor. Hatta Tatlıtuğ’dan gün hesabıyla 9 ay kadar da büyük… Kesinlikle gülmesi de ağlaması da bakması da gitmesi de bana çok suni geldi. O olmasa, mesela yan kadın oyuncu rolündeki Farah Zeynep Abdullah oynasa (ki bu kız 1989’lu, nispeten liseli diye yutardık belki) çok daha iyi olurdu. Kızcağız birkaç sahnede inanılmaz kareler verdi…

Ve gelelim filmde belki üzülmemem gereken ama yazmazsam aklımın takılıp kalacağı şeylere… Bu ülkede gerçekten de 15-65 yaş arasında madende çalışma zorunluluğu getirilen işçilerin olması, çalışmaktan kaçanların zincirlenerek madenlere götürülmesi bu ülkenin toptan bir ayıbı. İkinci Dünya Savaşı içindeki ülkenin bunu yapmasını doğru bulmak imkansız ama o zamanın şartlarına göre düşündüğümüzde, biraz aklıselim olduğumuzda farklı düşünceler kaplayabilir düşünmeye yatkın beyinleri. Yine ülkenin bugünkü konjonktürünü düşündüğümüzde, millet madenlerde verem olup giderken CHP bayraklarının altında danslar yapan tenis oynayan kızları filmlemeyi çok masumane bulmadım. Ki o zamanki CHP, CHP değil, devlettin ne yazık ki ta kendisiydi. Ülkenin bugünlere gelmesinde en büyük rolü olan ve gerici kesimin neden ve niye kapattığını sadece düşünmeye yatkın beyinlerin kavrayabileceği Halkevleri’nin manevi şahsına atılmış bazı kazıklar gördüm o filmde. Belki ben çok paranoyağım (öyleysem de bu benim değil konjonktürün suçu). Ama yine de hislerini yazmadran duramayan bir adamım. Söyledim kurtuldum.

Bu film kesinlikle seyredilmeli. Seyretmeyen, iyisi ve kötüsüyle çok şey kaybeder.

Şunu da belirtmekte fayda var: Behçet Necatigil’in şahsında yeniden şiir yazmaya mecbur hissettim kendimi. Kesinlikle bu açıdan bile görülmeye değer bir film…

Bu yazı muhtemelen filmden çıkınca koşarak evine gelen ve bilgisayarını açan ilk ben olduğum için hakkında yazılmış ilk yazı…

Alpay’ın Maria Magdalena ile ne işi var?

Pop tarihimiz entelektüel tarihimizle aynı hizada gitmiyor. Eskiden dinlediğimiz şarkları sonradan öğrendiğimiz şeylerle harmanladığımızda karşımıza çok acayip şeyle çıkıyor. Alpay’ın çalıp söylediği Madridli Maria şarkısı da bunlardan biri. Öncelikle gelin beraber sözlerine bir bakalım:

dün yine gezindim anılarda
madrid’in arka sokaklarında

andım seni maria, maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca

oyna maria, maria, maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca

madrid gecelerinde yalnız o vardı
kadehler hep onun için kalkardı

oyna maria, maria, maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca (2 kez)

maria magdalena
sevmiştim bir zamanlar seni çılgınca, çılgınca

E peki oldu mu bu Alpay abi? Biz seni İzmirli aynı Julio İlgesias tadında futbolculuktan müziğe geçmiş güzel bir abimiz olarak bilirdik. Ama sen gittin Hristiyan kültürünün en tartışılan ikonlarından birini şarkında oynattın aşık oldun.

Kimdir Maria Magdalena bir bakalım tarihin tozlu yapraklarına: Batı kilisesi Maria Magdalena’yı (yazması çok uzun bundan böyle MM diyeceğim kendisine) yıllarca bir fahişe olarak andı. Olsa yeni ahitte asla böyle bir tanımlama bulunmamaktaydı. Bazıları onu kadın hareketinin ilk liderlerinden biri olarak tanımladı. Bazıları onu sahip olmadığı iffeti arayan bir kişilik olarak tanımladı. Adına dini bayramlar tatil günleri ve festivaller düzenlendi. Öyle ya da böyle Hristiyanlık için en tartışılan isimlerden biri oldu.

Sonra bizim şarkıcı Alpay efendi 1984 yılında çıkardığı bir albümün içine Maria Magdalena ismini yapıştırıverdi. Ne hakla? İade-i itibar mı yaptı MM’ye? Yok artık. Bizim haddimize mi? Türkiye’de darbeden yeni çıkmıy ülkede Hristiyanlık propagandası mı yaptı? Yok artık hala MM’yi tanımaz ülkemin nüfusunun yüzde 98’i… O zamanlarda kimse tanımaz desek hiç de yanlış olmazdı. Peki o zaman ne? Şarkıyı defalarca dinledim. Sözlerini üst üste okudum. Bir anlam veremedim. Eğer bu konuda söyeyecek bir sözü olan varsa lütfen katkıda bulunsun.

Maria Magdalena’yı “oooh oyna yavrum yandaaan” diyerek oynatmak, Hazret-i İsa’nın neredeyse bekarlık yeminine malolacak şahsiyeti şarkılaştırmak bizim olayımız mıdır?

Bir düşünelim bunu…

F451: Anti ütopya çünkü sansür var

İnsanın içini titreten anlardan biri. Ray Bradbury 91 yaşında öldü. İyi bir bilim kurgu yazarı olarak değil, çok iyi bir edebiyatçı olarak hayatımıza damgasını vurdu. Şimdi onun adını duymuş ama neresinden tutacağını bilemeyenler için, okuma alışkanlığı olmayanlar için Fahrenheit 451’in neler ifade ettiğini, neler edebileeğini anlatalım sizlere…

Öncelikle bu kitap klasik bir distopya, yani anti-ütopya. Eğer ütopyalar bize idealize edilmiş ülke ve medeniyetleri anlatıyorsa distopya bize bunun tam tersini, insanlığın çok kötü olduğu zaman ve ortamlardan örneklemeler yapıyor.

F 451, kağıdın kendi kendine alev alma sıcaklığı olarak tanımlanıyor. Gelecekte bir dünya düşünün: Binaların tamamında yangın sorunu çözülmüş. Artık hiçbir ev yanmıyor. Ama yine de şehirlerde etkin bir biçimde çalışan bir itfaiye teşkilatı var. Çünkü itfaiyeler kitapları toplayıp yakıyor. Tek işleri bu. İtfaiyelerin içinden biri, yaktıkları kitapları okumaya başlıyor, hayran kalıyor ama kitaplarla yakalanıyor. Neden yaktıklarını soruyor itfaiye amirine, aldığı cevap çok vurucu: Bilginin gücünden bahsediyor itfaiye amiri. Sınıfında en çok kimi sevmezdin diye soruyor…. Sınıfta en çok sevilmeyen kişi, parmağını en çok kaldıran kişi. Bu sevgisizliği ortadan kaldırmak için bilgi ortadan kaldırılıyor.

Sansür sebebini böyle tanımlıyor Bradbury. Ama bahsi geçen sansür, farklı sebeplerle de olsa her yanımızda var. Kimi zaman itfaiyeciler yakıyor, kimi zaman faşistler, kimi zaman sözde komünistler, kimi zaman dinciler, kimi zaman dinsizler.

Sansüre karşı dik durmanın sebebi ortam sıcaklığını F 451’in altında tutmak.

Yapabilir miyiz bunu?

Aşk Mavi Kırmızı Kurtarmıyor!

Ne yazık ki sevgilerin boyları, türleri ve renkleri çok değişiktir.
Etrafınızda arkadaşlarınız tarafından beğenilip onaylanmış, ailenizin sevip yanınızda görmek istediği kızlar kırmızı başlıklı kızlardır. Böylesi aşklar da kırmızıdır.
Bir de, bir anda bir çift çocuksu bakışa sahip göze takılmak vardır ki bunlar mavidir.
Kırmızı köşedeki boksörlere hayatınızı tek kalemde emanet edebilirken, mavi köşedeki sessiz kıza sadece, beyninizin slow şarkılarla yıkanmış gizli romantik köşelerindeki el ele tutuşmalarını, gazete kâğıtlarına sararak gizlice uzatabilirsiniz.
Aşk mavidir ve kırmızı çoğu zaman kurtarmamaktadır.
Renk körü olan insanlar, herkesin bildiği gibi kırmızı ve maviyi ayıramamaktadırlar.
Bu kişiler kırmızıyı mavi sanıp peşinden büyük bir tutkuyla giderek hayatlarını harcarlar. Bu durum filmin sonuna kadar filmin güzelleşmesini bekleyen ve sonunda hayal kırıklığına uğrayanların durumudur.

Devamı…

Bilimin maymun olduğu duruşma

Öyle konular var ki tarihte, sonradan bakıldığında yok artık bu da olabilir mi dedirtiyor. Amerika’nın Tennessee eyaletinde 1925 yılında yaşanan maymun davası da bunlardan biri. O yıllarda Amerika’da her şey serbest ama okullarda darwinist düşünceden bahsetmek yasak. Öğretmenin biri en sofu eyaletlerden biri olan Tennessee’de yaratılış mantığının dışına çıkarak Darwinizm’i anlatıyor. Sen misin anlatan, mahkemeye verilip yargılanıyor. Günümüz site kapatmalarına, özellikle belli hocalarımızdan birinin kapatmalarına benzer bir vaka. Bu yüzden bu vakayı masaya yatıralım istedim.

Yaratılış – Evrim çelişkisi, sadece din ulemasının değil, bilim adamlarının da üstünde uzun zamandır tartıştığı bir konu. İnsan, kendinden daha aşağı bir tür olan maymundan mı geliyor yoksa kutsal kitapların hepsi ve her biri tarafından belirtildiği gibi ilk nefesini tanrının verdiği Adem ve Havva’dan mı… Amerika bir zamanlar öylesine bağnaz ki “okullarda insanlığın daha aşağı tür olan hayvanlardan geldiğini, tanrısal yaratılış teorisini reddeden her tür eğitimi” yasaklıyor. Devamı…

Öpücüklerini bana sakla

Biz yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız. İngilizler ise pop kültürüne geçecek ikonlar yaratan bir neslin çocuklar. Ne yazık ki bu neslin çocukları Avrupa’nın olduğu kadar bizim ed çok önem verdiğimiz Eurovision Şarkı Yarışması’nda yıllarca hüsrana uğradılar. Tamam kazanmaya kazandılar ama bu büyüklükte müzik piyasası olan milete, Beatles’ı yaratmış bir ırka yakışır mı? Bu ülkenin bu konudaki yüz akı The BrotherHood of Man adı verilen gruptur.1976 yılında Save Your Kisses For Me şarkısı ilekazanmıştır bu anlamsız yarışmayı. Bu lay lay lom şarkı klasik bir Eurovision şarkısı mıdır? Gelin inceleyelim…

Sakla o öpücükleri benim için sakla… Şarkının başı ve nakaratı bu kelimeler… Öpücüklerin bir kenarda korunmasını istiyor bu grup. Ama bundan mı ibaret şarkı? Hayır. Şarkının ilk kıtası yakarış gibi… Gitmek acı veriyor, kalmak imkansız… Söyleyeceğim bir şeş var o da seni sevdiğim… E güzel buraya kadar. Ardından adam (bence şarkı erkek ağzından veriliyor ne de olsa bestekarı erkek) Gidecek ama kadın şirin şirin gülüp onu tutmaya çalışıyor bir anlamda oyalıyor. Adam giderken kadın ağlıyor. Adam merak etme geleceğim hemen geleceğim diyor. Çok acayip bir durum bu. Ortada bir terslik var. Gitmek ve gelmek arasında adamı tutmak ve göndermek arasında her iki tip de polemik yaşıyorlar. Devamı…

Şarkılarını bildiğimizi bilmediğimiz adam

Enrico Macias Türk müzik tarihinin en çok “çalınan” şarkıcılarından biri. Türkiye’ye birkaç defa gelip Ajda ile burada ve Fransa’da konserler veren bu şahsiyetin müziklerinin çalınması, dinlenme anlamında değil indiragandi, yani bizim popçularımız tarafından taklit edilmesi anlamında kullanılıyor. Peki Macias’ın şarkılarının Türk müziğinde bu kadar çok aşırılmasının sebebi ne? Tabii ki Endülüs tarzı müzik yapması. Tabii ki biz bunun farkında değiliz.

Ne bir kürk ister bu şen gönlüm… Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi? Bu sözler belli bir yaşın üstünde ya da Türk pop tarihine meraklı gençler tarafından çok aşina olunan müzikler. Bir zamanların ortalığı yıkan bu müziklerin müsebbibi Enrico Macias. Enteresan bir şahsiyet. Cezayirli olması bakımından Fransa’nın göç almaya başladığı sıkıntılı dönemlerinin başarı hikayesi gibi gözükse de aslında durum biraz daha farklı: Yahudiliğin, İsrail – Filistin ilişkileri açısından çok zarar gördüğü 60’lı yıllarda Yahudi ve sevilen bir kişilik olarak çok fazla destek görüyor dünyadan. Devamı…

Operadaki hayalet

Phantom of the Opera edebiyat tarihinin en sık işlenen konularından biridir. Bir güzel, bir de çirkin vardır. Bu insanlar keskin çizgilerle ayrı dünyaların insanlarıdır. Klasik zengin ve fakir hikayelerinin aksine her iki taraf da istediği halde buluşamıyor değildir. Bir taraf çirkin olduğu için sadece o güzelle olmak istemekte, güzel olan taraf ise öyle ya da böyle bu işten kaçmaktadır. Genellikle çirkinler bu dünyada tutunabilmek ve çoğalabilmek için ekstra güç ve zenginliklerle donanmıştır. İşte bu anlamda Opera’daki Hayalet bu öykülerin en klasik örneklerinden biridir.

Phantom, yüzü maskeli olmasından kelli gizemli ve karizmatik biridir. Bebeklikten kalma bir ağraz vardır yüzünde. Kuvvetlidir. Ama onun en büyük karizması elinin tersiyle operalar yazmak, küçük parmağıyla büyük şarkıcılar yetiştirmekten gelir. Gelin görün ki çirkindir. Maske çıktığı anda kel görünmektedir. Maskeyle ne kadar karizmatik ve süper görünümlüyse maskesiz o kadar korkunç ve hatta şobalak görünümlüdür. Devamı…

Lady Grinning Soul

/

David Bowie, yaşayan en uçuk kaçık insanlardan biri. 1947 doğumlu. Hayatı boyunca o kadar enteresan işler yapmış, işi sapıklığın sınırlarına getiren öyle işlere imza atmış ki sonradan ne kadar efendi takılırsa takılsın kimseye yediremez yeni halini.

Normal insanların çılgınlık patlamaları olur ya… Bowie gibi uçuk kaçık insanların da aynı şekilde sakinlik patlamaları oluyor. Bunu görmek için 1973 yılında piyasaya sürdüğü Aladdin Sane albümünden Lady Grinning Soul şarkısına bir göz atın. Çölde vaha gibi, aranıp da bulunamayan çocukluk hayalleri gibi bir balad…

Rivayet o ki Claudia Lennear adında siyahi bir şarkıcı var. Bu kadın müthiş güzel. Aynı anda hem Bowie, hem Mick Jagger ile tanışıyor. Bowie ona bu şarkıyı yazarken Jagger da brown sugar isimli şarkıyı ithaf ediyor. Kendisi daha sonra bir albüm çıkarıp bir filmin kıyısında geziyor bir de Playboy’a brown sugar adıyla poz veriyor. (Ne kadınmış) Devamı…

Lili: Aşkın kuklası

Genellikle kadınların başına geldiğini düşündüğüm bir durumun filmi. Bir kızcağız var. Bir yere gidiyor ve orada aç biilaç kalıyor. Ne yatacak yeri, ne de yiyecek alacak parası var. Kafayı bozuyor ve bir sirkin içinde intihar için direğe tırmanıyor. Direğin tepesine çıkıp kendini aşağı atacakken sirkteki kukla çadırından bir kukla sesleniyor ona aşağı inmesi için. Lili ufak tefek ve moronluğa varacak derecede saf bir kızımız. İnanıp iniyor aşağı. Kukla ile saatler ve günler ve geceler boyu uzun sohbetleri oluyor. Bir anlamda ona aşık oluyor.İşin daha ilginç tarafı, Lili kuklacıyı sevmiyor. O bizzat kuklaları ve onların konuşmalarına aşık. Film 1953 yılında gösterime girmiş olsa da bu tarafıyla günümüz kadınlarının da durumunu gösteriyor. Sanırım kavram gereğinen fazla evrensel: Kadınlar her şeyin dış yüzüne aşıklar, içiyle ilgilenmiyorlar. Kadınlar için erkeklerin bütün vitamini kabuğunda. Devamı…