Kategori: Fikren

  • Arkadaşlığa ve insanlığa konan kelebek

    Arkadaşlığa ve insanlığa konan kelebek

    İlk okuduğum kitaplardan biriydi Kelebek. Evde vardı niye bilmiyorum. e yayınları baskısıydı. Henri Charriere diye bir Fransız abi yazmıştı. Okuduğumda çok küçüktüm. Filmini seyrettiğimde de. Babam daha ilkokulun ilk yıllarında kitabı okuduğum için beni onun sinemasına götürdü sanırım. Steve McQueen ve Dustin Hoffman’da seyrettim.

    Genel olarak hikayeyi anlatmak gerekirse… Henri Charriere’in gerçekten hapse tıkılıp oradan kaçtıktan sonra yazdığı bir roman bu. İnsanın özgür kalmak için sınırlarının ne olduğunu anlatmaya çalışıyor cümle aleme.

    Eserin içinde birbirin satan insanlar var. Birbirlerinin üstünden geçinen, birbirinin kuyusunu kazan, biraz daha iyi yaşamak için diğerinin hayatının pisliğe batmasını umursamayan… Ama diğer taraftan bulunduğu hücrede ölmesin diye arkadaşına öldürülmek pahasına yarım hindistan cevizi gönderen arkadaşlar, hindistan cevizi gönderen arkadaşını ele vermemek için altı ay boyunca yarım öğün yemek yiyen ve hücre cezasını uzatılmasına sesini çıkarmayan adamlar…

    Charriere romanı yazarken abartmış, suyunu çıkarmış olabilir. Gerişe dönüp arkadaşlıklarınızı gözden geçirin. Biriyle arkadaş gibi arkadaş olduğunuzu anlamak için Şeytan Adası’na gitmek mi lazım?

  • 1 Mayıs’tan nefretin gerçek sebepleri

    1 Mayıs’tan nefretin gerçek sebepleri

    donerBu sorunun cevabı olarak peki çıkmasalardı ne olurdu diyenler hemen buradan çıkabilirler. Burası onlara göre değil. Maazallah yel girer…

    İlk kez 1856 yılında Avusturalya’da ayağa kalktı işçiler 8 saatlik insan gibi bir çalışma düzeni için. Bundan 30 yıl sonra, 1 Mayıs 1886’da, o zamanın Amerikası’nda, Şikago’da ayaklandılar. 500 bin kişi yürüdü yazılanlara bakılırsa. Fransa’da 1889’da bir işçinin önerisiyle kutlanması önerildi ve resmi olarak kabul edildi.

    Ülkenin kurucusu, Mustafa Kemal, daha cumhuriyeti kurmadan, 1923 yılında 1 Mayıs’ı gündemine aldı ve resmi olarak kutladı.

    Ben işin tarihi tarafında değil biraz günümüz tarafındayım. Söylemek istediklerimi maddelerle anlatayım:

    • 1 Mayıs’ın kutlanmasından yana derdi yok ülkenin yönetim erkinin. Taksim’de ve Kızılay’da kutlanmasından yana derdi var. Çünkü Taksim’in temsil ettiği değerlere gıcık oluyorlar. Oranın hafıza kayıtlarını değiştirmek istiyorlar. Artık sol tandansın değil kuracakları ibadethanelerle Taksim’i başka tarafa götürmek istiyorlar. O yüzden de süreli tazelenen 1 Mayıs kutlamalarından nefret ediyorlar.
    • Asla sahip olamayacakları maddi çıkarların dışındaki birliktelikler de onları çok sinirlendiriyor. Yüzde 50’nin üstünde oy almayı başaran, neredeyse 81 ilden birinci parti çıkan parti; kumanya, bedava bilet ve cep harçlıklığı söylentilerinin ötesine geçemiyor adam toplamak için… Bunun yanında 3 tane ağaç veya bundan 37 yıl önceki hatıralar için milyonların oraya akmasından nefret ediyorlar.
    • Onlar insanları yaradandan ötürü seviyorlar. Ama diğer taraftaki insanlar sadece insan olduğu için birbiriyle yan yana duruyor. Ben herkese karşı hoşgörülüyüm diyen adam ertesi gün fikirlerine katılmadığı adamı ateist alevi olarak niteliyor ama diğer tarafta inanmayanlar ellerindeki son parayla çok da peşinden koşmadıkları bir inanca sahip insanlara iftar sofrasına oturup onlara saygı duyuyorlar.
    • Fikir birliği olan insanlarla bir türlü başa çıkamıyorlar. Çünkü partinin içinde en kol kola duranlar arasında bile çıkar dışında bir birlik yok. Biraz ayağına basılan milletvekili ortaya çıkıp çemkirebiliyor. Ama fikir birliği olan adam yanındakine selam diyerek çantasındaki limonu, elindeki maskeyi, üstündeki hırkayı paylaşabiliyor. Gıcık oluyorlar buna.
    • Her şeyin ötesinde; ortak düşmanla büyümeyi hedefleyecek kadar vizyonsuz, askerden hocaya kadar herkesi korkunç düşman ilan eden adamların düşman diyebileceği bir şey kalmadı. Ama aynı bakış açısıyla kendileri, oylanca azametleriyle ortak düşman haline dönüştüler. Çirkinleştiler. Kimse sevmiyor onları artık. Biraz çıkar birlikteliği sona erse, muhtemelen tekme atanları çok olur. İşte bu yüzden de insanların yan yana gelmesini hiç mi hiç istemiyorlar.

    Polisleri halkın üstüne salmak, o güne özel yeni can acıtıcı silahlar ve duvarlar icat etmek; gırtlağını sıksanız bir dönem daha idare eder sizi. 2 Mayıs’ta meydana çıkmak isteyen olursa ne yapacaksınız? Dünyanın en çirkin mekanı haline getirdiğiniz betonlaştırılmış Taksim’i başka kimlere taksim edebileceksiniz?

    Bence yol yakınken dönün bu saçmalıktan…

  • Gezi Park düdüklü tencerenin düdüğüydü

    Gezi Park düdüklü tencerenin düdüğüydü

    tencere

    Gezi parkından ne anladığımı gayet iyi biliyorum. Açık bir biçimde diğerlerinin ne anlamadığı da ortada. Ben her birine teker teker cevap vermekten sıkıldım. O yüzden kendime ait siteme, kimseye hesap verme zorunluluğu taşımadan, açık bir biçimde düşüncelerimi aktaracağım. Daha da anlamadığını söyleyen olursa her birinin beyninden içeri bir şey sokacak gücüm ve yeteneğim yok.

    • Gezi Parkı sanılanın ve gösterilmeye çalışılanın aksine salt bir doğa savaşçıları eylemi değildi. Bunu anlamak için yüksek sosyolog ya da bilim adamı olmaya gerek yok. Gezi Parkı aslında toplumdaki birikimlerin çıktığı bir yerdi. Bence yönetim bunu anladı ama olayı bilerek ve isteyerek kuvvetli olduğunu düşündükleri ağaç dikmeye ve sökmeye getirdiler.
    • Ülke yönetiminin anlamak istemediği önemli bir gelişme var: Artık insanlar sürü halinde yaşamaktan bıktı. Düzenli bir biçimde 80’li yılların başından bu yana herkes bireyselliğini ön plana çıkarıyor. İnternet ve sosyal medya gibi gelişmeler de bunu destekliyor. İnsanlar konuy gibi birilerinin arkasına takılıp gitmek istemiyor. Şu anda bu fikir elbette yüzde 50’nin çok altında. Zaten bu bireysellik ki aslında bir araya gldiğinde büyük kitleler oluşturuyor, fikirlerin konsolide olmasını ve yüzde 51 olduğunu iddia eden diğer tarafın ötesine geçmesini engelliyor.
    • Son 20 yıldır eğitim sistemi bireyselliği ön plana çıkarıyor. İster isemez oluyor bu, çünkü dünyanın gidişatı bu yönde. Siz ne kadar bunun önüne geçmeye çalışırsanız çalışın. Sol fikirler toparlanamıyor. Sağ fikirlerde şu anda bir liderin peşinden gitme olsa da aslında bakacak olursanız kendi içlerinde onların da atomize olmaya yakın olduğunu görürsünüz. Göreceğiz de.
    • Demokrasi kesinlikle sandıktan ibaret değildir sözü aslında bu bireyselliği vurgulamak için kurulmuş bir cümle. Ben verdiğim ya da vermediğim oyların ardından boyun eğen ve kalabalıkların içinde ezilip giden bir toplum parçası olmak istemiyorum. Ben fikirlerimle varolmak, kimi zaman aykırı kimi zaman farklı bir birey olmak istiyorum. Ama mevcut düzen buna izin vermiyor.
    • Gezi Parkı ya da Taksim ya da İzmir ya da Ankara eylemlerinde sokaktakiler aslında gelecekte sıkça karşınıza çıkacak bireyler. Bunların faiz lobisine yaranmak ya da çok bağırarak birilerini iktidara getirip onların sırtından geçinmek gibi bir istekleri yok. CHP de dahil partiler kesinlikle bu gruplara kendilerini sevdiremiyorlar. Çünkü onlar da Gezi parkı insanlarının karşısına aynı diyalektikle çıkıyorlar. Farklılıkları anlamıyorlar.
    • Taksim’deki LGBT yürüyüşü bu bireysel farklılaşmanın uç örneği. Ama bunu örnek göstererek bak onların yürümesine izin verdik demek ki bireysel farklılıkları gözetiyoruz demek çok yanlış. İnsanlar hayata bakışlarında belki de o kadar aşırıya kaçmayacak bireyselliklerinin en azından hoşgörülmesini istiyorlar.
    • Toplumun elitleri belki iktadara yakın olmak belki kendi seslerinin daha çok duyurulabilir olması anlamında bunu anlamamış gibi yapıyorlar. Ama liberal bakış açısının bunu anlamamasını anlayamıyorum. Bu kadar basit ve bu kadar açıkça ifade edilen bu isteğin görmezden gelinmesini zaman zaman bireysel inada bağlamak zorunda kalıyorum.
    • Ben sokaktaki insanın zarar görmesini istemiyorum. Ben sokaktaki insanın çevresine de zarar vermesini istemiyorum. Ben dükkan sahiplerinin işlerinden olmasını polislerin uykusuz kalmasını istemediğim kadar sesini duyurmak isteyen çocukların ve onlar için sahaya inmiş büyüklerin de gaz yemesini istemiyorum.
    • Bu arada kamu vicdanını zedeleyecek hareketlerden kaçınılması en büyük dileğim. Örneğin çocukların sosyal medya paylaşımları yüzünden içeride kaldığı vaktin yarısında dışarı çıkan kasıtlı adam öldürmeden yargılanan polisin ya da elinde satırla bir kadını tekmelemeye cüret eden esnafın varlığı benim vicdanımı zedeliyor. Seçilmiş hükümete karşı mevcut tüm güveni ortadan kaldırıyor.
    • Tüm bu olaylar yaşanırken yerden taş alıp polise atmaya hazırlanan çocuğa kızıp bağıran teyzedeki itidali ülkenin başbakanında ya da sürekli olarak insanları iğnelemeyi zeka pırıltısı sanan Ankara belediye başkanında görmek istiyorum. Özellikle bazılarının olayların bitmesiyle yeniden eski kaale alınmayan durumlarına düşmemek için gerilimi beslediğini düşünüyorum.
    • Gezi Park ve benzeri olaylar bu bakış açısıyla bireysellik yanlısı gençlerin enerjilerinin çıkacağı düdüklü tencerenin düdüğüydü. Devlet erki bunu kesinlikle çok kötü kullandı. Tencerenin içindeki havayı almak yerine mevcut deliklerinin de kapatılmasıyla tencerenin patlamasına ve evin mutfağının rezalet bir hale dönüşmesine neden oldular.
    • Devlet elbette ki güçlüdür. Silahı vardır, gazı vardır, binlerce polisi, yetmezse jandarması o da yetmezse askeri vardır. Tomasıyla akrebiyle ortaya çıkan seslerin üstesinden gelebilecek güçtedir. Ama yapılması gereken bu mudur? Polisin karışmadığı halde büyüyen bariz bir vakanın yolkluğu, kendi hallerine bırakıldıklarında dağılıp giden insanların varlığı gerçekten bir şey anlatmıyor mu devlet büyüklerine?
    • Diyelim ki bunlar bir şey ifade etmiyor. Ama her yaştan çocuğun ülkenin birçok noktasında aynı anda sokağa inmesi, inemeyenlerin cama çıkıp tenceresini tavasını birbirine vurması aslında verilmek istenen mesajdır.
    • Ben bu ülkede  1980 darbe anayasasını yüzde 90’ın üstünde bir oyla onaylayan insanların hemen sonrasındaki kuşağıyım. Benden sonraki kuşak daha serbest büyüdü. Sonrasında gelenler ise iyice çığrından çıkmış vaziyette farklılaşmayı istiyor. Bakın bu farklılaşmanın içinde bana ateist camisi kurun ya da bundan sonra Taksim’de cinsel organlarımız açıkta gezmek istiyoruz gibi marjinal yaklaşımlar yok. İnsanlar onları gören ve gördüğünü belli eden, bir ümmet içine sıkıştırmaya çalışmayan bir yönetim istiyorlar. Sandığınızın aksine şu andaki erkin sırtını dayadığı kitle de taş çatlasa 5 sene sonra aynı şeyleri isteyecek. Şimdiden daha marjinal, sol tandanslı mütedeyyin kesimi herkes görüyordur. Bugün atılan adımlar yarın onların da mevcut erke karşı cephe açmasına neden olacak.
    • Bugün kimse Taksim’de başbakanı devirip yerine bir sonraki sıradaki muhalefet partisini koymayı düşünmüyor. Tankları çağırıp ortalığı Mısır yapmak isteyen br kesimin varlığından sözetmek gerçekten kara cahillik, aptallık ve sersemlik olur. Yapılan her sivil toplantının arkasında nasıl olur da sesimizi duyururuz var. Çünkü medya belli bir kesimin tek sesi haline gelmiş durumda. İnsanlar burada sadece takımları ekseninde farklı ses duyabiliyorlar. Alternatif basın olarak hiçbir gazetecinin can-ı gönülden onaylamadığı acayip basın organları türedi ve onlar da haketmedikleri tirajları alıyorlar. Bir diğer düdüklü tencere düdüğü de bu şekilde zarar görmüş oluyor.
    • Tüm bunlara rağmen yeni adımlar atılması için çok geç değil. Öncelikle devlet erkinin geri değil farklı bir adım atmayı kabul etmesi gerekiyor. Bu atacağı adım da onun yenilmişliğinin göstergesi olmayacak. İletişimsel olarak gerçekten, öyle samimiyetsiz vali tarzı değil, dinlemek ve dinlediğini göstermek lazım. Anlamak ve anladığını göstermek için aksiyona geçmek lazım. Planlar yapmak ve planların hayata geçeceği takvimi herkese iletmek lazım. Ve en önemlisi belki de basının yularını biraz olsun gevşetmek lazım.

    Bunlar benim şahsi görüşlerim. Benim dinim dilim ırkım çok önemli değil. Söylediklerim de Allah kelamı değil, elbette içinde tartışmaya açık olan, yanlış çıkarımlarla bezeli bölümler vardır. Ama bunlar benim kendi bireysel görüşlerim. Toplumun hepsi bu şekilde düşünüyor diyerek kimsenin zekasına hakaret etmek de istemem. Ama bir kez olsun üstünde düşünülmesi gereken şeyler olduğuna inanıyorum.

    Bir kez olsun Ankara’nın egosunu yönetmesi gerekiyor. Egolarının onları yönetmesine izin vermemesi gerekiyor.

    Tarih daha çok oy alanları daha iyi yazıyor olsaydı bugün hala Hitler için methiyeler düzüyor olurduk. Ama tarih kesinlikle elinde bir küçük mumla da olsa farklı bir yön gösterenler unutmuyor.

  • Hiç libor faiziyle ilgili slogan duydunuz mu?

    Hiç libor faiziyle ilgili slogan duydunuz mu?

    tumblrTaksim, gezi park, örgütlerin kara planı veya adını ne koyarsanız koyun… Burada yaşanan olaylar nedendi, anlaşılamayan neydi, en azından benim bu konudaki motivasyonum neydi… Bunu kendi şahsi tarihime not düşmek istedim.

    AKP ilk parti olduğunda beni heyecanlandırmamıştı. Ama o zamanlarda da şimdiki gibi elle tutulur dişe dokunur bir lider açığı olduğu için AKP’ye oy verdim. Etrafımdakiler bana kızdılar ancak o zaman için ülke için yapılması gerekenin bu olduğunu düşündüm. Bir süre boyunca yaptıklarını ve yapmaya muktedir gözüktükleri şeyi takdir ettim. İsim isim söylemek gerekirse yakından takip ettiğim ve etmek zorunda olduğum Binali Ylıdırım gibi isimlerin çalışmaları ve bazı duruşları beni verdiğim oy için pişmanlığa sevketmedi.

    Ama sonra bir şeyler olmaya başladı. Aslında öyle değil, bir süre sonra bir şeyler olmamaya başladı. Benim de oylarımla gelen AKP, bana kendini benim partim değilmiş gibi hissettirmeye başladı. Ben neden dünya görüşü ve duruşu bana daha yakın partilere oy vermemiştim? Çünkü riyayı özellikle siyaset alanında kaldıramayan bir insanım. Ayakkabılarını unuttuğu için toplantıya katılmayan ve o yüzden de ülkede borsayı yerle bir eden bir başbakan istemiyordum. Veya internet alanında yalan şanlış kararlar alıp beni dinlemeyen birini…

    Fakat öyle bir yere geldik ki sadece belli bir kesimi dinlemeye başladı başbakan ve partisi. Benim olmaktan çıktı. Benim olmaktan çıkmasının beni rahatsız ettiğinin yarısı kadar da onlar rahatsız olsun isterdim. Ama olmadılar.

    Somut örnek mi gerekiyor? Oraya buraya cami yaptırması, sünniyi aleviye karşı kayırması, basını topyekün kendine bağlaması ve ardından hiç de sıkılmadan bu adamlar bize böyle yazıyor görüyor musunuz şunları demesi… Eğitim sistemini daha küçük yaşta başörtü takılması için şaşkına çevirmesi… Üniversite giriş imtihanlarında gerçekleşen inanılmaz şeyleri görmezden gelmesi… İnternet konusunda gerçekten dünyanın bize güleceği kararlar alması ve bunları da savunması… İçkiden keyif almayan ve sosyalleşme adına ağzına yılda bir ya da iki kadeh içki koyan benim gibi adamları alkolik ilan etmesi… Okul çaylarına seks partileri muamelesi yapması…

    Ben kendi adıma uzun zamandır “yeter” deme ihtiyacı hissediyordum. Birinin bir yerde dur demesi gerekiyordu. Gezi parkı bunun en önemli bahanelerinden biri oldu. Yeter dememin sebebi faşist önetim gitsin demek değil. “Yeter lan bir dur” demek aslında. “Beni hiç duymuyor beni kaale almıyorsun” diyen insanların bir araya gelerek başlattıkları bir hareket bu.

    Bu noktada hükümet ya da onun başı olan erkin pardon demesi de şart değildi. Evet anladım dediğinizi cümlesini birinci paragrafta kullanması gerekirdi. İnsanların üstüne giderek hayır ben ne dersem odur mantığıyla hareket etmeyip, şimdiye dek hiç şiddete bulaşmamış insanları şiddetle tanıştırmamasıydı. Çünkü şiddetle tanışan insanların iki seçeneği var: Korkmak veya korkuyu yenmek. Korkusunu yenen insanlar bu olayların büyümesine neden oldular.

    Eğer erkin içinde olay tecrübesi olan kişiler olsaydı, böylesi bir hareketin içine kötü niyetli insanların gireceğini tahmin ederdi ve sırf bu yüzden bile olsa olayların büyümesine izin vermezdi. Eğer benim zerre kadar kötü niyetim olsaydı, hükümet erkinin olay tecrübesi var, sırf olay büyüsün diye kötü niyetli kişilerin bu olaylara sızmasına izin verdiler derdim. Ama öyle demeyeceğim.

    Hükümetin ben böyle istiyorum öyle olacak demesi bence yanlış. Hele ki bak biz daha kalabalığız demesi daha da yanlış. Kimse diğer kitlenin daha kalabalık olduğunu iddia etmiyor. İnsanlar diyor ki tamam ya kalabalıksın ama bizi de duy. Biz de bu ülkenin bir ferdiyiz der gibi gibi insanlar değil mi? Meydanlardan hangi mesajlar kaldı aklınızda? SSK primleri düşsün mü? Libor faiziyle borçlanmak istiyoruz mu? Hayır. Sadece direniş…Direniyorlar sadece ve haklı olmak değil, haklı olup olamayacaklarını birinin tartışmasını istiyorlar.

    Biraz da basından bahsetmek gerekirse… Sosyal medyanın gelişmesi ve gerçek bir medya organı olması için yaptığınız katkı ve destek için hepinize sonsuz teşekkürler.

  • F451: Anti ütopya çünkü sansür var

    F451: Anti ütopya çünkü sansür var

    İnsanın içini titreten anlardan biri. Ray Bradbury 91 yaşında öldü. İyi bir bilim kurgu yazarı olarak değil, çok iyi bir edebiyatçı olarak hayatımıza damgasını vurdu. Şimdi onun adını duymuş ama neresinden tutacağını bilemeyenler için, okuma alışkanlığı olmayanlar için Fahrenheit 451’in neler ifade ettiğini, neler edebileeğini anlatalım sizlere…

    Öncelikle bu kitap klasik bir distopya, yani anti-ütopya. Eğer ütopyalar bize idealize edilmiş ülke ve medeniyetleri anlatıyorsa distopya bize bunun tam tersini, insanlığın çok kötü olduğu zaman ve ortamlardan örneklemeler yapıyor.

    F 451, kağıdın kendi kendine alev alma sıcaklığı olarak tanımlanıyor. Gelecekte bir dünya düşünün: Binaların tamamında yangın sorunu çözülmüş. Artık hiçbir ev yanmıyor. Ama yine de şehirlerde etkin bir biçimde çalışan bir itfaiye teşkilatı var. Çünkü itfaiyeler kitapları toplayıp yakıyor. Tek işleri bu. İtfaiyelerin içinden biri, yaktıkları kitapları okumaya başlıyor, hayran kalıyor ama kitaplarla yakalanıyor. Neden yaktıklarını soruyor itfaiye amirine, aldığı cevap çok vurucu: Bilginin gücünden bahsediyor itfaiye amiri. Sınıfında en çok kimi sevmezdin diye soruyor…. Sınıfta en çok sevilmeyen kişi, parmağını en çok kaldıran kişi. Bu sevgisizliği ortadan kaldırmak için bilgi ortadan kaldırılıyor.

    Sansür sebebini böyle tanımlıyor Bradbury. Ama bahsi geçen sansür, farklı sebeplerle de olsa her yanımızda var. Kimi zaman itfaiyeciler yakıyor, kimi zaman faşistler, kimi zaman sözde komünistler, kimi zaman dinciler, kimi zaman dinsizler.

    Sansüre karşı dik durmanın sebebi ortam sıcaklığını F 451’in altında tutmak.

    Yapabilir miyiz bunu?

  • Aşk Mavi Kırmızı Kurtarmıyor!

    Aşk Mavi Kırmızı Kurtarmıyor!

    Ne yazık ki sevgilerin boyları, türleri ve renkleri çok değişiktir.
    Etrafınızda arkadaşlarınız tarafından beğenilip onaylanmış, ailenizin sevip yanınızda görmek istediği kızlar kırmızı başlıklı kızlardır. Böylesi aşklar da kırmızıdır.
    Bir de, bir anda bir çift çocuksu bakışa sahip göze takılmak vardır ki bunlar mavidir.
    Kırmızı köşedeki boksörlere hayatınızı tek kalemde emanet edebilirken, mavi köşedeki sessiz kıza sadece, beyninizin slow şarkılarla yıkanmış gizli romantik köşelerindeki el ele tutuşmalarını, gazete kâğıtlarına sararak gizlice uzatabilirsiniz.
    Aşk mavidir ve kırmızı çoğu zaman kurtarmamaktadır.
    Renk körü olan insanlar, herkesin bildiği gibi kırmızı ve maviyi ayıramamaktadırlar.
    Bu kişiler kırmızıyı mavi sanıp peşinden büyük bir tutkuyla giderek hayatlarını harcarlar. Bu durum filmin sonuna kadar filmin güzelleşmesini bekleyen ve sonunda hayal kırıklığına uğrayanların durumudur.

    (daha&helliip;)

  • Bilimin maymun olduğu duruşma

    Bilimin maymun olduğu duruşma

    Öyle konular var ki tarihte, sonradan bakıldığında yok artık bu da olabilir mi dedirtiyor. Amerika’nın Tennessee eyaletinde 1925 yılında yaşanan maymun davası da bunlardan biri. O yıllarda Amerika’da her şey serbest ama okullarda darwinist düşünceden bahsetmek yasak. Öğretmenin biri en sofu eyaletlerden biri olan Tennessee’de yaratılış mantığının dışına çıkarak Darwinizm’i anlatıyor. Sen misin anlatan, mahkemeye verilip yargılanıyor. Günümüz site kapatmalarına, özellikle belli hocalarımızdan birinin kapatmalarına benzer bir vaka. Bu yüzden bu vakayı masaya yatıralım istedim.

    Yaratılış – Evrim çelişkisi, sadece din ulemasının değil, bilim adamlarının da üstünde uzun zamandır tartıştığı bir konu. İnsan, kendinden daha aşağı bir tür olan maymundan mı geliyor yoksa kutsal kitapların hepsi ve her biri tarafından belirtildiği gibi ilk nefesini tanrının verdiği Adem ve Havva’dan mı… Amerika bir zamanlar öylesine bağnaz ki “okullarda insanlığın daha aşağı tür olan hayvanlardan geldiğini, tanrısal yaratılış teorisini reddeden her tür eğitimi” yasaklıyor. (daha&helliip;)